“Deja vu’nun bir de zıttı vardır. Buna ‘jamais vu’ denir. Sürekli aynı insanlarla karşılaşır aynı yerlere gidersiniz ama her seferinde ilk kez olmuş gibi hissedersiniz. Herkes her zaman yabancıdır. Hiçbir şey asla tanıdık gelmez.”
Chuck Palahniuk – Tıkanma
Uçağa binmek istemediğini fark etmişti. Sidney Havalimanı’ndaki koltuğa yapışmıştı. 2012 WNBA sezonunu tamamlamak için Melbourne’den ABD’nin Tulsa kentine, aktarmalarla beraber 30 saat sürecek bir yolculuğa henüz başlamıştı. Ama tekrar uçağa gidemiyordu. Neden böyle hissettiğini de anlamıyordu. Avustralya Milli Takımı ile 2012 Londra’da daha yeni bronz madalya kazanmıştı. Ama bunu başarı değil, çuvallama olarak görüyordu. Takımını ve ülkesini hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyordu. 20 yaşındaki bir sporcu, WNBA’de ilk sezonunu bitirecek olmanın heyecanı ve tatmini yerine utancın buhranına kapılmıştı. Paniklemişti. Uçağa geri döndüğünde panikatak geçirdi.
Liz Cambage, bugünlerde basketbolun en büyük yıldızlarından biri. Hatta bu satırları yazarken, Cambage da Las Vegas Aces takımıyla WNBA play-off’larında şampiyonluk kovalıyor. Fakat geride kalan normal sezon içerisinde, 3 ve 5 Ağustos tarihlerinde iki maçta forma giyemedi. Listelere DNP-Rest (Oynamadı-Dinlenme) diye not düşüldü. Cambage, o haftanın akabinde, The Players Tribune’e bir yazı kaleme aldı. Yazıya DNP-Mental Health (Oynamadı-Zihin Sağlığı) başlığı konulmuştu. Avustralyalı, uzun zamandır anksiyeteden depresyona doğru yol alan mental sorunlarla mücadele ettiğini açıklıyordu. O iki maça da ilaç kullanımına ara vermesinden dolayı tekrar kontrolden çıkan panikatak kaynaklı kriz nedeniyle çıkamamıştı. İlaçlarına dönmüştü ama kendine gelmesi zaman almıştı.
“Bir gün plajda güneşli güzel bir gün yaşıyorsunuz. Keyif yapıyorsunuz, arkadaşlarınızla yüzüyorsunuz, takılıyorsunuz. Sonra bir an geliyor, farkına varamadan, yavaşça bir akıntı sizi okyanusa doğru çekiyor. Su gittikçe derinleşiyor. Arkadaşlarınız kayboluyor, artık güneşi hiç hissetmiyorsunuz, hareket de edemiyorsunuz. Nefes bile alamıyorsunuz. Karanlık dalgaların altında hissedip boğuluyorsunuz. İşte bu anafor…”
Depresyonu böyle açıklıyordu. Ardından anlatıyordu. Çaylak sezonunda neredeyse her akşam eve kapanıp ağladığını, herkesten uzak bir hayalet gibi yaşamayı tercih ettiğini… Hatta buna ‘Varoluşsal Kriz Modu’ diyordu. Anksiyete o dönem depresyona girmesine ve kendini değersiz hissetmesine yol açmıştı. 2011 Fransa Bisiklet Turu şampiyonu Avustralyalı Cadel Evans da yirmili yaşlarının başında yaşamaya gittiği Avrupa’da ülkesinden uzakta kendini çok yalnız ve depresif hissettiğinden söz etmişti. Hatta o dönemler tarihçi Geoffrey Blainey’nin Avustralya’nın sosyolojik ve tarihsel şekillenişini ülkenin dünyanın diğer yerlerine bir hayli uzak olmasına bağladığı The Tyranny of Distance adlı eserini kendine kılavuz yaptığını söylemişti.
Ancak Cambage öyle bir kılavuz bulmakta zorlanmıştı. 2016’da intihar fikrine yaklaşmış, annesini arayıp artık yaşamak istemediğini söylemişti. Nijeryalı baba ve Avustralyalı annenin 1991’de dünyaya gelen kızları zaten hiç basketbolcu olmak istememişti. Dansçı ya da tasarımcı olmayı düşlerken boyu nedeniyle basketbola sürüklenmişti. Yolun devamında 2.03 metrelik, bir maçta 53 sayı atabilecek kadar dominant bir basketbolcu oldu. Ancak kendi ifadesiyle ailesinden uzak olmak, büyükannesini kaybetmek ve görüşemediği için sevgilisinden ayrılmak gibi konular onu krizlere itmişti. Aynı Cambage gibi daha önce depresyon deneyimini paylaşan NBA yıldızı DeMar DeRozan, bu konuyu şöyle açıklamıştı: “İnsanlar bize ‘Sen her şeye sahip, her istediğini satın alabilecek biri olarak nasıl depresyona girebilirsin ki?’ diyor. Dileğim, bize bunları söyleyenler öyle zengin olsunlar ki paranın her şeye çare olmadığını görsünler.”
Dergimizde daha önce psikiyatrist İsmet Bora da toplumun depresyonu anlama zorluğunu şöyle açıklamıştı: “İyi düşünelim, iyi olsun veya koşullarımız düzelsin, iyi olsun gibi basit telkinlerle bir yere varamazsınız. O zaman sadece sporcular değil, parası olan kimse depresyona girmezdi ama biz her gün koca koca iş insanlarıyla, yöneticilerle, patronlarla uğraşıyoruz, onları hastanelere falan yatırıyoruz. Mümkün mü öyle bir şey?”
Şimdi bakınca, Cambage’ın yazısında en çok dikkatimi çeken şeylerden biri bu açıklamayı ‘Zihin Sağlığı’ gibi bir heşteg eşliğinde atmak istemiyor gibi görünmesiydi. Yaşadığı neyse samimi bir şekilde paylaşmıştı. Ortada ne bir skandal vardı ne de sır perdesi… Hakikati bulmaya çalışan bir insanın sessiz haykırışıydı. Herkesin herkese daha çok yakınlaştığını düşündüğü, sosyal medyanın hükmettiği bu yoğun iletişim çağında aslında birbirimize ne kadar yabancılaştığımızı anlatan bir hatırlatma. İnsanoğlunun anlamadığı her şeyden, her canlıdan daha fazla korktuğu ve o korkunun hep daha fazla enjekte edildiği bir çağ. En nihayetinde, sınırlar kalktıkça insanoğlu daha büyük duvarlar örmeye meylediyor. Her şeyi etiketlemeye daha da ihtiyaç duyuyor. Ama hayatın büyük bölümüne hayal kırıklıkları, hatalar ve korkularla mücadele sanatı denmiyor mu? Daha iyi bir dünya arayışının zorlaştığı günümüzde insanın sanırım önce içindeki yabancıyla yüzleşmesi gerekiyor. Cambage gibi…
Bu sayı; sadece sınırlara değil zihinlere de örülen tüm korku duvarlarını yıkmaya çalışanlar için…