Haziran ayında özgeçmişine bir NBA şampiyonluğu maddesi ekleyen ve şimdilerde Kanada milli takımının başında Çin seyahatine çıkmaya hazırlanan Nick Nurse’ün kariyerindeki başıboş bir gezinti beni 1998 yılına götürüyor. Orada 52 yaşındaki Nurse’ün otuz yıla yaklaşan koçluk macerasının, İngilizce konuşulan toprakların dışına deplase olduğu kısa bir Oostende sayfası keşfediyorum. Het Nieuwsblad’ın haberinde görüşlerine başvurulan dönemin SunAir Oostende kaptanı Jean-Marc Jaumin, Nurse’ün acemilik günlerini şöyle hatırlıyor: “Nick Nurse’ün Oostende’de geçirdiği altı ay hakkında çok satan bir kitap yazabilirdim. Yıllar içinde gösterdiği gelişime ve geldiği noktaya duyduğum saygı buna engel oluyor. Belçika’ya geldiğinde çok deneyimsizdi ve büyük bir hata yaparak oyuncularla fazla içli dışlı olmuştu. Soyunma odasındaki bütün sınırlar ihlal edilmişti o sezon, soytarının teki gibi davranıyordu. Nick the Nerd, seni asla unutmayacağım. O günlerden NBA şampiyonluğuna çıkan bir yol bulmana saygı duyuyorum. Oostende’den kız arkadaşımla beraber kaçmış olman bile bu gerçeği değiştirmiyor.”
Nurse bu kısa Belçika macerasına nokta koyduğunda, boşalan koltuğa oturan yine tanıdık bir isim olmuştu: Dirk Bauermann. Takımın skor lideri olan oyun kurucu Jaumin’in yanına Oyak Renault’daki performansıyla dikkat çekmiş genç ve undersized bir Amerikalı (Quadre Lollis) ekleyen Bauermann, o sezon Avrupa basketbolunun önemli sürprizlerinden birine imza atacak ve önce Galatasaray’ı, sonra da Beşiktaş’ı eleyen SunAir Oostende adını Koraç Kupası yarı finaline yazdıracaktı.
Belçika temsilcisinin sükse yaptığı bu sezonu hayal meyal hatırlıyorum, ancak takımın başında Dirk Bauermann’ın olduğunu 240p çözünürlüğündeki bir YouTube videosunda kendisiyle karşılaşıncaya kadar fark etmiyorum. Bauermann’la bahar aylarında Socrates Magazin için yaptığımız söyleşiyi canlandırmaya da bu başıboş gezintinin bir noktasında karar veriyorum.
Dirk Bauermann’ın, Alman basketbolunun öncü koçlarından biri olduğuna şüphe yok. Ülke dışındaki salınımına bakıldığındaysa, dipnotlara sığmaya çalışan bir hayatın sureti seçilebiliyor. Sene başında Pınar Karşıyaka’yla bir buçuk senelik bir sözleşme imzalayan Bauermann’ın İzmir günleri ne yazık ki bir istisnaya dönüşmedi, dolayısıyla namütenahi muhabbetimizin raf ömrü de beklediğimden kısa sürdü. Bauermann, hafta sonunu Hamburg’da geçirdi ve şehirde oynanan Supercup maçlarına paralel bir klinikte genç meslektaşlarıyla buluştu. Şu anda Hamburg’da olması bir yere kadar anlaşılabilir ama tıpkı Nick the Nerd’ün Oostende günleri gibi, Bauermann’ın kariyerinde de size oraya bir ışınlanma kazası sonunda düştüğünü düşündürebilecek çok sayıda durak var. Bu durakların bazılarını onunla birlikte ziyaret edebildiğim için şanslıyım.
Koç Bauermann, Avrupa basketbolunun en üst seviyesinde geçen otuz yıllık antrenörlük kariyeriniz boyunca, hayal edilebilecek her şeyi gördüğünüzü tahmin ediyorum. Yine de yeni kulübünüz Pınar Karşıyaka’yla aldığınız ilk iç saha galibiyeti sonrasındaki atmosferi nasıl karşıladığınızı bizimle paylaşmanızı isteyebilir miyim?
Bugüne kadar deneyimlediğim her şeyden farklıydı kesinlikle. Böyle durumlarda kıyaslama yapmakta zorlanırım – hislerinizin yoğunluğunu kim, nasıl ölçebilir ki? O yüzden, ölçülebilir parametrelerden yola çıkmak daha doğru olacak belki de. Gürültü seviyesi, taraftar sayısı gibi şeylerden bahsediyorum. Galatasaray galibiyetinden sonra Karşıyaka Arena’daki taraftarlarımızın coşkusu beni yaklaşık yirmi yıl önceye, Bamberg’de geçirdiğim mutlu günlere götürdü. Brose Baskets’in başına geçtiğimde, maçlarımızı mütevazı bir salonda oynuyorduk. Salonun kapasitesinin 4800 kişi olduğunu hatırlıyorum. 2005’te kazandığımız ilk şampiyonluktan sonra haliyle EuroLeague standartlarını karşılamamız gerekmişti ve salonumuzun kapasitesini artıracak şekilde bir renovasyona girişmiştik. Sonunda modern bir tesise kavuştuk ama o küçük salonda yarattığımız özel atmosferi de kaybetmiş olduk. Bamberg’in, Avrupa basketbolunda “Freak City” olarak nam salması da aynı günlere tekabül eder. Karşıyaka Arena bana Bamberg’deki salonun renovasyon öncesindeki o halini anımsatıyor. Ancak belki salonun mimarisinin ve seyircilerin dağılımının da etkisiyle, içeride çok daha fazla kişi varmış gibi hissediyorsunuz. Tıka basa dolu pota arkası tribünümüze doğru hücum eden bir rakip oyuncunun, salonda yalnızca 5-6 bin kişi olduğuna inanmasını bekleyemezsiniz. Bu da Karşıyaka’daki çılgınlık seviyesini, meşhur Freak City’nin bile ötesine taşıyor bence.
Tribünlerden gerçek anlamda bir “altıncı adam” katkısı alıyorsunuz yani…
Altıncı, yedinci ve hatta sekizinci adam! Karşıyaka’daki atmosferi anlatmak için bundan fazlasına ihtiyacınız var.
Dümeni Ege sahillerine kırmadan önce, altı ay boyunca CBA ekiplerinden Sichuan Blue Whales’i çalıştırdınız. Sizin için sert bir geçiş olmuş olmalı…
Haklısınız, gece ile gündüz kadar farklı iki deneyimden söz ediyoruz. Belki Karşıyaka’da yaşadıklarımdan bu denli keyif almamda bunun da etkisi vardır. Sichuan’da da sadık bir taraftar grubumuz vardı aslında, her maça gelmeye gayret ediyorlardı ve takımı desteklerken hayli gürültü çıkarıyorlardı. Ama elbette Avrupa’daki Bamberg ya da Karşıyaka gibi şehirlerle kıyaslayabileceğiniz bir ortamdan söz etmiyorum. Her şeyden önce, kültürel olarak spora yaklaşımları bu kıtadakinden çok farklı.
Bu farklılıklar yönetim kademesinde de kendini gösteriyor sanırım. Avrupa basınına düşen haberlere bakılırsa, yetki alanının dışına çıkmayı seven bir başkanla karşılaşmışsınız Sichuan’da. Sizin için bir hayal kırıklığı mıydı Çin’de yaşadıklarınız?
Öncelikle Çin halkına olağanüstü bir saygı duyduğumu belirtmem gerek. İki bin yıllık bir geçmişi olan, köklü bir kültürden söz ediyoruz. Kariyerime Çin’de devam etme kararını alırken, bir koç olarak yapmam gereken ilk şeyin bu kültürel farklılıkları kucaklamak olduğunun bilincindeydim. Böyle bir kültüre adım attığınızda, etrafınızdaki her şeyi olduğu gibi kabul etmelisiniz ve yalnızca bunlardan ne öğrenebileceğinize bakmalısınız. Tüm bunlara bir öğrenme süreci olarak bakmaktan ve zihninizi berrak tutmaktan başka bir çözüm yolu yok. Avrupa’da işleri nasıl yaptığınızı unutmalısınız, Çin’deki düzen içerisinde bunların hiçbir anlamı olmayacak.
Burada kültürel farklılıkların yanı sıra, sözünü ettiğiniz muazzam tarih içerisinde bir “örgütlü spor” geleneği oluşturmaya yönelik çabaların yalnızca 15-20 yıl kadar geriye gitmesi de rol oynuyor olabilir mi? Bugün Çin’de NBA yıldızlarını milyon dolarlık kontratlarla cezbedebilen bir basketbol ligi oynanıyor. Lakin söyleşimizden önceki araştırmalarım sırasında rastladığım garip maç takvimini, yabancı sınırlamasıyla ilgili karmaşık detayları ve genel olarak “ilkel” diyebileceğim kuralları düşündükçe içime bir ağırlık çöküyor.
Her şeyi olduğu gibi kabul etmeniz gerektiğinden bahsetmiştim. Bu da onlardan biri. Ama bu karmaşık yapıyla karşılaştığımda neler hissettiğimi soracak olursanız, ben de benzer sözcükler kullanırım. Sichuan’la sözleşme imzaladıktan sonra, sezonun ilk maçının aylar sonra olduğunu fark ettim. Yapacak bir şey yoktu. Koç olarak yeni bir düzene adım attığınızda, kendinize sormanız gereken ilk soru budur: “Bu kontrol edebileceğim bir şey mi, yoksa benim kontrol alanımın dışında mı?” Evet, altı ay boyunca sadece antrenman yapan oyuncuların, birdenbire günaşırı maç oynama temposuna geçiş yapmaları kolay bir iş değildi. Ama yalnızca beş aya sıkıştırılmış bu maç takviminin, kontrol alanımın dışında olduğu da aşikârdı. Şikâyet edebilecek bir konumda değildim. Bir koçun görevi, uyum sağlamaktır; kültüre, fikstüre, oyuncuların anlayışına ve bazen de takım sahibinin anlayışına.
Geçtiğimiz günlerde katıldığınız bir podcast yayınında, Çin’deki takım sahiplerinin anlayışını çok iyi özetleyen bir hikâye anlatmışsınız.
Brian Goorjian’la ilgili olanı kastediyorsunuz, değil mi? Yeniden anlatmamı ister misiniz?
Lütfen…
Brian Goorjian, Avustralya basketbolunun en başarılı koçu olsa gerek. Fakat kıta basketbolundaki öncü rolünü ve yarattığı etkiyi düşünürsek, onu galibiyet yüzdelerine indirgemek haksızlık olur. Yaklaşık on yıl önce aldığı bir teklif üzerine, Çin’de koçluk yapmaya başlıyor ve orada da başarılı sezonlar çıkarıyor. Zaman içerisinde saha kenarındaki rolünü bırakıyor ve geçtiğimiz yıl bir CBA takımından “özel danışmanlık” teklifi alıyor. Koç Goorjian bu görevi kapsamında Amerika’da belli oyuncuları takip ediyor, özel antrenmanlar ayarlıyor ve oradan Çin’deki takım yetkililerine düzenli olarak rapor sunuyor. Bir sabah salona geldiğinde, transfer listesinde yer alan ve özel antrenmanda son bir teste tabi tutmayı planladığı oyuncunun, basketbol ayakkabılarını yanında getirmediğini şaşkınlıkla fark ediyor. Acaba bir sakatlığı mı var diye düşünürken, oyuncu söze giriyor: “Koç, dün gece yatmadan önce takımınızla ilgili ufak bir araştırma yapayım dedim. Takımın ismini Google’a yazdığımda, karşıma ajanslara birkaç saat önce düşmüş bir haber çıktı. Al Jefferson transferi için tebrik ederim, büyük bir iş başarmışsınız.”
Koç Goorjian bunu ilk defa orada duyuyor…
Evet, Amerika’da takip altında tuttuğu sıradan bir oyuncudan! Hiçbir zaman tam olarak anlamlandıramadığım bir yaklaşım bu. Ve şüphesiz ki, Çin’de benim adıma işleri güçleştiren bir yaklaşım. Eğer yurt dışından deneyimli bir koç getirmeye karar vermişseniz, bir uzman görüşüne ihtiyaç duyduğunuzu düşünürüm. Bu sadece basketbolda görülen bir uygulama da değil; günümüzde sistemini iyileştirmek adına bir mühendisin ya da bilim insanının uzman görüşüne ihtiyaç duyan ve yurt dışındaki alternatiflere başvuran çok sayıda işletme var. Aynı şekilde, ben de size basketbol alanındaki uzmanlığımı sunuyorum. Karşıma oturduğunuzda, sizden bu bilirkişinin söyleyeceklerine kulak vermenizi ve sistemi değiştirmek adına yeni fikirlere açık olmanızı beklerim. Çin’de ise böyle bir işleyiş söz konusu değil; oradaki takım sahiplerinin çoğu, bilirkişiyi yanlarına oturtup ona ne yapacağını söylemeyi tercih ediyorlar. Brian Goorjian, bunu bizzat tecrübe etmiş değerli meslektaşlarımdan yalnızca biri.
Kültürel farklılıklara dönecek olursak… Çin’deki toplumsal dönüşüm içerisinde sporun rolünün kaçınılmaz olarak yeniden tanımlandığını, bu bağlamda NBA ve diğer büyük liglerin uluslararası yıldızlarının büyük bir etki alanı oluşturduğunu görebiliyoruz. Çengdu’daki günlerinizde bu tür izlenimleriniz oldu mu?
Doğru, böyle bir dönüşümden söz edilebilir. Bildiğiniz gibi, ülkenin kurucu değerlerinden biri olan kolektivizmin uzun yıllar boyunca toplumun yaşayışında merkezî bir yeri oldu. Geleneksel toplumun gözettiği öncelikler, aile, şehir, eyalet ve en nihayetinde de tüm bunları kapsayan ülkeyle ilgiliydi. Ancak bugüne gelindiğinde, her şeyin merkezinde bireyler var. Çin’de karşılaştığım insanların birçoğu, onları hayatta “öne geçirecek” şeyin peşinden koşuyordu. Varlıklı insanların yaşayışına öykünen, günün birinde onlar gibi olmak isteyen çok sayıda Çinli gençle tanıştım. Bugünlerde Çin’de büyük, yeni model bir araba sürmek hiç olmadığı kadar önemli.
Son yirmi yılda Çin toplumunda, kolektivizmden bireyciliğe doğru hızlı bir kayma gözleniyor. Bunun günlük yaşayış üzerindeki şiddetli etkilerinin, basketbol sahasına da tezahür ettiğini söyleyebilirim. Size A takımdaki ve altyapı havuzumuzdaki oyuncular üzerinden bir Çinli basketbolcu prototipi sunmayı deneyecek olursam, aşağı yukarı şöyle bir noktaya ulaşırım herhalde: sadece ve sadece istatistikleriyle ilgilenen, rakamlarını yeterli ölçüde şişirebilirse “yırtacağına” yahut daha tanınmış, şöhretli ve varlıklı bir insan olarak toplumda öne çıkacağına inanan bir genç adam. Yine de Sichuan’daki oyuncularıma hayranlık duyuyorum. Hepsi iyi çocuklardı ve sadece gelişim kaydetmeye çalışıyorlardı. Böyle bir toplumda yaşamak ve etraflarındaki sürekli değişime uyum sağlamak, onlar için hiç kolay bir şey değil.
Peki bu süreci onlarla birlikte deneyimleme fikri, bu iş teklifini kabul etmeden önce sizi heyecanlandıran şeylerden biri değil miydi? Daha önce İran milli takımıyla yaptıklarınızı da göz önüne alarak, tüm bir ülkenin basketbola yaklaşımını değiştirmek ve spor kültüründe kalıcı izler bırakmak gibi hedefler taşıyabileceğinizi düşünmüştüm aslında bir Çin takımıyla anlaştığınızı öğrendiğimde. Kendinize bir Rudi Gutendorf ya da bir çeşit “basketbol misyoneri” gibi baktığınız oldu mu hiç?
Aslında hayır, meseleye böyle baktığımı söyleyemem. Benim için hayat, kendinizi yeni durumlar içine sokmaktan, tamamen yabancı olduğunuz bu yeni durumun kendine özgü koşulları içinde –kimi zaman debelenerek de olsa– yolunuzu bulmaktan ve bunu bir öğrenme sürecine dönüştürmekten ibarettir. Bana kalırsa, kendinizi geliştirmenin yegâne yolu da budur – hem bir insan, hem de bir antrenör olarak. Almanya’da koçluk yapmaya devam etmek isteseydim, orada en az yirmi yıl daha iş bulmakta güçlük çekmezdim. Fakat olduğum yerde kalmayı seçseydim, Yunanistan’da, İran’da, Litvanya’da, Çin’de ya da Türkiye’de koçluk yaptığım yıllar içinde geliştiğim kadar gelişebilecek miydim? Hiç sanmıyorum. Halihazırda iyi yaptığınız bir işi aynı şekilde devam ettirmek, her zaman bir seçenektir. Size bir konfor alanı sağladığı için cezbedici bir seçenektir aynı zamanda. Bu güvenli yolu seçebilirsiniz ya da kendinizi farklı koşullarla test edip yeni meydan okumalar yaratabilirsiniz. Ben hayatım boyunca genellikle ikincisini tercih ettim. Mesleğim buna imkân verdiği için de çok mutluyum. Belki bir bankacı için, yıllar boyunca Frankfurt’taki bir bankada çalıştıktan sonra gidip de bir yıl Şanghay’daki bir bankada çalışmak, ertesi yıl İstanbul’daki başka bir bankada işe başlamak o kadar kolay değildir. Tam olarak bilmiyorum. Ama bir koç olarak, bunu yapabilirsiniz. Mesleğimin bu yönünü ilgi çekici, hatta büyüleyici buluyorum. Çin’den gelen teklifi de bu yüzden kabul ettim. Çevremdekiler beni bunun ne kadar zor olabileceği konusunda uyarmışlardı. Orada daha önce çalışmış arkadaşlarım da vardı; Çinlilerin hayatlarına ve basketbola nasıl yaklaştıklarını Çengdu’dayken keşfetmedim yani. Bu yeni durumu ve beraberinde getireceği zorlukları ilk günden kucakladım, başka bir deyişle, kendimi buna maruz bırakmak istedim.
İki yıl önce, Almanya’da herkes ratiopharm Ulm mucizesini anlamlandırmaya çalışırken, Thorsten Leibenath ve ekibini ziyaret etmiştik. Koç Leibenath, Leverkusen’da geçirdiği çocukluk yıllarında sizi neredeyse saplantılı bir biçimde izlediğini, saha kenarındaki her hareketinizi ezberlediğini ve sonunda koçluk kariyerine başladığında da davranışlarında bu Bauermann etkisinin açıkça görülebildiğini anlatmıştı bize. Doksanlı yıllarda Almanya basketboluna uğrayan her hikâye, kaçınılmaz olarak, bir yerinden Dirk Bauermann ismine değiyor. O gün koçluğa merak salmış gençler için çok güçlü bir ilham kaynağı olduğunuzu söylememize gerek yok. Leibenath jenerasyonu ve genel olarak Alman koçluğunun gelişimi hakkında neler söylersiniz?
Thorsten’in bahsettiği günleri iyi hatırlıyorum. Basketbola bizim takımımızda, Bayer Leverkusen’da başlamıştı Thorsten. Bugün Almanya’da gayet iyi koçlara sahip olduğumuzu düşünüyorum, Thorsten de bunlardan biri. Öte yandan, federasyonun ve lig yönetiminin Alman basketbolunun yetiştirdiği bu koçların üzerine eğildiğini, onları daha fazla koruduğunu görmeyi isterdim. Şu anda çalıştığım Türkiye Ligi’ni ele alalım; buradaki herhangi bir başantrenörlük pozisyonuna yabancı bir koç olarak başvurduğunuzda belirli koşulları yerine getirmeniz gerekiyor. EuroLeague’de koç olarak belli sayıda maça çıkmış olmanız ya da milli takımınızın başında Olimpiyat Oyunları’na katılmış olmanız bekleniyor, bunun gibi şeyler. Bu kutuların hepsini doldurduğunuz takdirde, iş için yeterli görülüyorsunuz. Almanya’da böyle bir uygulama yok. Evet, bazı durumlarda herkesin şansının eşit olduğu açık piyasa koşulları daha iyi sonuç verebilir. Ama ben burada oyumu yerli koçların daha fazla korunduğu bir düzene verirdim, tıpkı Türkiye’de, İspanya’da, İtalya’da ve başka basketbol ülkelerinde olduğu gibi. En azından yabancı koçlardan, ekiplerinde belli sayıda yerli asistan koç bulundurmalarını isteyebiliriz. Özetle, bu konuda lig yönetiminin daha iyi bir iş çıkarabileceğine inanıyorum. Genç koçlarımızın gelişimi için bir şeyleri değiştirmemiz gerektiği kesin.
Almanya Ligi’nde görev yapan koçların bilhassa son on yıl içinde ortaya koydukları oyun eğilimlerine baktığımda, sizinle birlikte etki sahibi olan başka bir koç daha dikkatimi çekiyor. Almanya’da hiç görev yapmamış olmasına rağmen, Zeljko Obradovic’in prensiplerinin bu ligdeki birçok genç koç tarafından benimsendiğini gözlemliyorum. Elbette Luka Pavicevic ve Andrea Trinchieri gibi Obradovic’e hayranlık duyduğu bilinen isimler üzerinden gerçekleşmiş bir aktarım da olabilir bu, emin değilim…
Bunun birçok yolu olabilir, çünkü Avrupa basketbolunun bir numaralı koçundan bahsediyoruz. Avrupa’da büyük başarılar elde etmiş diğer meslektaşlarıma saygısızlık etmek istemem ama Obradovic, kesinlikle şu anda elimizdekilerin en iyisi. Buraya gelmeden önce de Fenerbahçe Beko’nun maçlarını düzenli olarak takip ediyordum; ne yaptıklarını anlamaya çalışıyor, hücumlarının ve savunmalarının yıl boyunca gösterdiği gelişimi analiz ediyordum. Elbette koç olarak bazı şeyleri taklit edeceğiniz zamanlar olacaktır ama günün sonunda kendi yolunuzu çizebilecek kararlılığı göstermelisiniz. Ben her zaman iyi bir koçun “eklektik” bir yaklaşım tutturması gerektiğine inanmışımdır. Daima Zeljko gibi işinin piri olan koçların takımlarına bakmalı ve oyun anlayışlarının nasıl evrildiğini gözlemlemesiniz. Orada hoşunuza giden bir şey gördüğünüzde, bunun elinizdeki oyuncu grubuna ve kendi düşünce sisteminize uyduğunu da düşünüyorsanız, uygulamanın yollarını aramanızda hiçbir sakınca görmüyorum. Herkes bunu yapıyor, ben de bunu yapıyorum. 61 yaşında olabilirsin ve geriye dönüp baktığında onlarca şampiyonluk kazandığını görüyor olabilirsin. Bu bütün yanıtlara sahip olduğunu göstermez. Aksine, doğru düşünme biçiminin şu olduğuna inanıyorum: “61 yaşındayım ve öğrenmeye daha yeni başlıyorum, bilmediğim çok fazla şey var.” Son güne kadar ufkunu genişletmeye devam etmenin tek yolu bu.
Leibenath’ın, gençliğinde Almanya Ligi’ne hükmetmekte olan bir takımın şehrinde yaşamasının ve o yıllarda sizin gibi mahir bir koçu örnek almasının, bugün hayatının geldiği noktada belirleyici olduğunu düşünebiliriz. Obradovic’in de oyunculuk yıllarında çok özel karşılaşmalar yaşadığını biliyoruz. Bu bağlamda, henüz yirmili yaşlarının sonundaki bir koç adayı olarak gittiğiniz Kaliforniya’da tesadüf ettiğiniz bir isme uğramak istiyorum. Bize biraz Ron Adams’ı anlatabilir misiniz?
1986 yılında NCAA takımlarından Fresno State’in teknik ekibine dâhil oldum, asistan koç olarak. Koçluk anlamında ilk kayda değer deneyimim buydu aslında. Mesleğinizdeki ilk yılınızda Ron Adams gibi biriyle karşılaştığınızı düşünebiliyor musunuz? Kendimi hâlâ çok şanslı hissediyorum. Ron takımın başantrenörüydü ve bana her konuda çok yardımcı oldu. O yıllarda karşıma çıkan koçları düşününce, birçoğunun hayatta basketboldan başka hiçbir şeye kafa yormayan, basketbolla yatıp kalkan insanlar olduğunu fark ediyorum. Ron bu anlamda istisnai biriydi; bizimle edebiyat hakkında, siyaset hakkında, bilim hakkında konuşurdu. Günümüzün NBA ortamında daha açık fikirli koçlarla karşılaşabiliyoruz belki ama hayatında basketbola ve şiire eşit derecede yer ayıran bir koç bulabileceğimizi hiç zannetmiyorum. Basketbol dünyasında karşılaştığım en parlak insanlardan biri Ron, olağanüstü bir zekâdan söz ediyoruz. Beni rahatsız eden tek şey, NBA takımlarıyla geçirdiği yıllar sonrasında Amerikan medyasının onu genellikle “savunma spesiyalisti” olarak etiketlemesi. Evet, Ron müthiş bir savunma dehası. Ama aynı zamanda müthiş bir hücum dehası da. Hiç kimse onun bu yönünü takdir etmiyor. Ron’ın Fresno State yıllarında oynattığı bazı hücum şemalarını izlerken kendimden geçtiğimi hatırlarım. O yüzden, onun bir savunma koçuna indirgendiğini görmeye katlanamıyorum.
Bugüne dek süren, çok iyi bir dostluğumuz var. İnanır mısınız bilmiyorum, Pınar Karşıyaka’daki ilk maçımın bitiminden beş dakika sonra Ron’dan bir mesaj aldım. Her zaman kariyerime ilgi duyardı ve son görüşmemizde ona Türkiye’den bir takımla anlaştığımı söylemiştim. Ama dürüst olmak gerekirse, mesaj bildirimini gördüğümde bunun başka bir konuyla ilgili olduğunu zannetmiştim. Şöyle yazıyordu: “Tebrikler, Dirk. Sayende sezonunu takip edeceğim yeni bir takımım oldu.” İşte böyle biridir Ron.
Pınar Karşıyaka’da bu sezon en iyi performans gösteren oyuncularınızdan biri Assem Marei. Kolej yıllarını Division II’da geçiren Mısırlı bir pivot olarak ayak bastığı Avrupa’da pek fazla kimsenin radarına takılmaması şaşırtıcı değildi. Siauliai’deki iyi bir sezonun ardından transfer olduğu medi Bayreuth’ta, Raoul Korner’in sisteminde oyununu epeyce geliştirdi; belki onu yakın bir gelecekte EuroLeague seviyesinde oynarken bile görebiliriz. Almanya Ligi’nin iyi yaptığı şeylerden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Ligin mütevazı kulüpleri bile günü kurtarmak yerine, kararlı bir yapı kurmak için para harcıyorlar. Bu sayede transfer döneminde iyi scouting ile öne geçen ve kadrosuna kattığı oyuncuları geliştirebilen kulüpler görüyoruz. Bu görüşe katılır mısınız?
Kesinlikle, Almanya Ligi’nin scouting anlamında epey yol kat ettiğini düşünüyorum. Genel itibarıyla, ligin profesyonel altyapısının da üst düzeyde olduğunu söylemeliyiz. Almanya’da gerçekten iyi salonlarımız var; kulüplere ciddi gelir sağlayan VIP alanlarıyla, devre arası şovları ve diğer eğlence olanaklarıyla birlikte kapalı gişe oynanan maçlar ve ortaya çıkan gayet iyi bir hasılat söz konusu. Fakat yolunda gitmeyen birtakım şeyler de var. Her şeyden önce, BBL’in en büyük sorununun televizyon gelirleri olduğunu söylememiz gerek. En büyük gelir kaleminin bu anlaşmalar olması gerekirken, kulüplerin kasasına neredeyse hiçbir şey girmiyor. Bunun yanı sıra, BBL maçları nadiren ulusal kanallardan yayınlandığı için, büyük çaplı sponsorluk anlaşmalarına niyetlenen kulüplerin pazarlık masasında elleri çok zayıflıyor. Dolayısıyla kulübünüzün adı Bayern München ya da Brose Baskets değilse, bu şartlarda varlığınızı sürdürmeniz gitgide güçleşiyor. Şu anda BBL’de büyük bir sponsoru olan dört ya da beş kulüpten söz edebiliyoruz, bu durumu maçların ulusal yayınının olmamasından bağımsız düşünemeyiz.
Fikstüre bakınca, bu sezon Robin Benzing’in forma giydiği Beşiktaş’la karşılaşma ihtimaliniz olmadığını fark ettim. Tabii sürpriz bir play-off eşleşmesi işleri değiştirebilir. Ama içimden bir ses, bugünlerde kendisiyle sık sık sohbet ettiğinizi söylüyor. Benzing’le sezon başında bir röportaj yapmıştım. Bana geçen yıl Würzburg’da yeniden bir araya gelmenizin onun için ne kadar değerli olduğunu anlatıp durdu. Kariyerinin başından beri kendisini bir 3 numara olarak gören ve bazen bu konuda fazla inatçı olabilen Benzing’i, Würzburg’da 4 numara oynamaya nasıl ikna ettiniz?
Almanya Ligi’ne dört yıllık bir aranın ardından geri dönüş yaptığımda, Robin’in de orada olması benim için harika bir şeydi. Her zaman Robin’in çok özel bir oyuncu olduğuna inandım ve onunla bir kez daha çalışma fırsatı bulmak beni çok sevindirdi. Özel bir oyuncu derken neyi kastediyorum? Her zaman anın gerektirdiği yoğunluk seviyesine yükselen ve bunu doğal bir biçimde yapan bir oyuncu Robin. Maçın kaderini tayin edecek anlara gelindiğinde, bir koç olarak her oyuncunuzun Robin kadar korkusuz olmasını istersiniz. Gelgelelim, onun gibi oyuncular çok nadir bulunur. Birçok oyuncu bu anlarda sorumluluğu üstlenmek istemez; tereddütlerini açıkça görebilirsiniz, sahada kendilerine saklanacak bir köşe arıyorlardır. Robin ise onu tanıdığım ilk günden beri farklıydı. Skora değişik yollardan gidebilen ve bunu birinci dakikada da, kırkıncı dakikada da aynı keskinlikle yapabilen biri. Pozisyon konusuna gelince; günümüzün basketbolunda 3 ve 4 numaralar arasındaki sınırların giderek kaybolduğunu düşünüyorum. Elbette bu tercih ettiğiniz sisteme göre farklılık gösterebilir ama…
Son yıllarda konvansiyonel pozisyonların geçerliliğini kaybettiğini, pozisyonlardan ziyade saha içindeki “fonksiyonlardan” bahsetmenin daha doğru olacağını söyleyen meslektaşlarınız da var. Bu pozisyonsuz basketbol fikrine ne kadar yakınsınız?
Aslında evet, konvansiyonel anlamıyla pozisyonları bugün sadece aramızda iletişim kurmamıza yardımcı olan kodlar olarak görüyorum. Bugün 3 ve 4 numaralar arasındaki geçişkenliğin bir benzerinin, doksanlı yıllarda 4 ve 5 numaralar arasında olduğu iddia edilebilir. 4 ve 5 numaralar, o günlerde, hayatını boyalı alanda geçiren post-up oyuncuları olarak kodlanmıştı. Şimdi 4 numarada hepimiz dış şut tehdidiyle alan açabilecek oyuncular kullanmayı yeğliyoruz; yani bir zamanlar kısa bir 5 numarayı çağrıştıran bu pozisyonu şimdi uzun 3 numaralara tahsis etmiş durumdayız. Haklısınız, Robin’den geçtiğimiz sezon birincil olarak 4 numarada faydalandık. Ama bunun rakiplerimizin yapısıyla da ilgisi vardı. BBL’deki birçok takım, ilk beşinde üç guarda yer vererek tempoyu sürekli yukarı çekiyor ve 3 numara orijinli bir stretch-4 ile alanı daha verimli kullanmayı hedefliyordu. Robin bir yandan bu takımlarla iyi eşleşmemizi sağlıyor, bir yandan da örneğin Bayern deplasmanına gittiğimizde Vladimir Lucic gibi bir oyuncunun karşısında durabiliyordu. Takıma müthiş bir esneklik katıyordu kısacası. Almanya’da geçtiğimiz yıl tüm basketbol yazarları Robin’in muhteşem geri dönüşünü kutlarken, onu “modern bir 4 numara” olarak takdis etmekten kendilerini alamadılar. Bense onun her şeyden önce müthiş bir basketbolcu olduğunu söylemek istiyorum. Ve sisteminizde ufak ayarlamalar yapmaya açık bir antrenörseniz, sizin için modern basketbolda büyük bir lütuf anlamına gelecek çok yönlü bir oyuncu.
Bu başarılı geri dönüş sonrasında Benzing, ülkesindeki popülerliğini yeniden kazanmışa benziyor. Önümüzdeki yaz Çin’deki Dünya Kupası’nda onu muhtemelen milli takımın kaptanı olarak göreceğiz. Ama bu mutlu günlere ulaşması pek kolay olmadı. Özellikle Bayern deneyiminden sonra tek düşüncesinin, kendisi için “zehirli” bir ortam halini almış Almanya topraklarından uzaklaşmak olduğunu söylemişti bana. Aslında geri dönüşüne Würzburg’dan önce, Zaragoza’dayken başladığı düşünülebilir. Benzing’in söyledikleri, bana bir zamanlar büyük bir ümit beslediğim 88-89 jenerasyonunun diğer üyelerini hatırlatıyor: Tibor Pleiss, Elias Harris, Tim Ohlbrecht, Lucca Staiger ve birkaç isim daha. Alman basketbolu, bu özel jenerasyonu yukarıya hazırlarken neleri yanlış yaptı?
Bu hayat bana tek bir şey öğrettiyse, o da şudur: İnsanları birbirleriyle kıyaslamaktan kaçının. Aynı şekilde jenerasyonları, kültürleri, ülkeleri birbirleriyle kıyaslamaktan da olabildiğince uzak durun. Bugüne kadar bunun hiç kimseyi bir yere götürdüğüne rastlamadım. Her durumun kendine özgü şartları vardır, dolayısıyla her durum benzersizdir. Belirli bir duruma baktığınızda, o duruma özgü şartları tahlil etmek yerine onu başka bir durumla kıyaslamak size ne kazandırır? İnsanlar ve ülkeler için de aynı şey geçerli.
Son on yıl içerisinde, Almanya’da yetişmiş ve boyu 2.10’un üzerinde olan kaç genç basketbolcu adayına “Yeni Nowitzki” yaftası yapıştırıldığını bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bu kıyaslamanın hiçbirine yarar sağlamadığı. Bunun gazetecilerin işinin bir parçası olduğunu anlayabiliyorum, insanlar kıyaslamalar duymaktan hoşlanırlar. Ama bunun ne kadar zehirli olabileceğini fark etmiyorlar mı? Örneğin, Robin’i ele alalım. Müthiş bir oyuncu, ona bayılıyorum, çünkü aynı zamanda olağanüstü bir insan. Kazanmayı gerçekten isteyen, hakiki bir rekabetçi ve muhteşem bir takım arkadaşı. Bir insan niye onu Dirk Nowitzki’yle karşılaştırmayı düşünür ki? Kazanması mümkün olmayan bir anlatının içine zorla sokulmuş bir genç adam, bundan ne gibi bir fayda görebilir? Bu gerçekten adaletli bir yaklaşım mı? Robin’in söylediklerini çok doğru yorumladığınızı anlıyorum, sorduğunuz soruyu bu “zehirli” ortamdan bağımsız düşünemeyiz. Eğer müthiş bir basketbol geleneğinden söz edemeyeceğiniz Almanya gibi bir ülkede Nowitzki gibi sıra dışı bir oyuncu peyda olmuşsa, onu takip eden jenerasyonları sancılı bir süreç bekliyor demektir. Sadece boyunuz 2.10, saçlarınız sarı ve arada sırada yayın gerisinden şut sokabiliyorsunuz diye, bu kıyaslamalara konu olmanız kaçınılmazdır.
Sanırım tüm bunları bir çeşit “bilişsel yanlılık” (cognitive bias) olarak okuyabiliriz.
Kesinlikle, aradığım terim tam olarak buydu.
Nowitzki demişken, bugünlerde veda turunun keyfini çıkaran ve biz konuşurken muhtemelen yeni bir rekor kırmakla meşgul olan eski öğrencinizin mirasına da değinmek istiyorum bu söyleşide. Karşımızda kusursuz bir kariyer olduğuna hiç şüphe yok. Fakat itiraf etmeliyim ki, onun Almanya formasıyla bir kupa kaldıramamış olmasını bir talihsizlik olarak görüyorum. 2003-Jasikevicius ya da 2013-Parker örneklerinde olduğu gibi, ülkesinde sonsuza kadar ilişkilendirileceği o büyük başarıyı kazanmaya Belgrad’da yaklaşmıştı. Ve siz de o takımın başındaydınız.
Hem de çok yaklaşmıştık. Şampiyonaya gitmeden önceki beklentileri düşünürsek, final maçını görmemiz bile büyük bir sürprizdi aslında. Yarı finale çıkacağımızı ve orada İspanya’yı mağlup edeceğimizi söyleseydik, Almanya’da bize deli gözüyle bakarlardı.
Karşınızda özel bir takım buldunuz. 2005’te final maçını oynadığınız Yunanistan’ın kimyasına yaklaşabilen bir oyuncu grubu gördüğümü hatırlamıyorum milli takım düzeyinde. Belki de en büyük fırsatı 2001’de, İstanbul’da kaçırmıştı Nowitzki…
Yunanistan milli takımıyla ilgili söylediklerinize tümüyle katılıyorum. Şampiyonaların sonuçlarından bağımsız olarak, Dirk’le altı yaz boyunca çalışmanın büyük bir ayrıcalık olduğunu söylemem gerek. Her defasında gelip oynamak ve Almanya’yı temsil etmek istedi, bunun için sigorta bedelini cebinden ödemesi gerektiğinde bile… Bir keresinde, yanılmıyorsam o dönem geçirdiği bir diz sakatlığından ötürü, Dallas Mavericks kontratına özel bir madde eklemişti ve şampiyonada oynamak için diğer NBA oyuncularına kıyasla çok daha kabarık bir faturayla karşı karşıya kalmıştı Dirk. Parayı gözünü kırpmadan ödedi, haber bile olmadı. Bence bu bize Dirk’in ne kadar mükemmel bir takım arkadaşı olduğuna dair çok fazla şey söylüyor ama yine de yeterli değil. Biraz daha açmayı deneyeyim.
Bana göre, bir “kazanan” ya da bir “kaybeden” olmak arasında çok ince bir çizgi var. Gerçek kazananlar –bunların isimleri Dirk ya da Kobe olabilir– kaybedenlerin yapmaya yanaşmadıkları şeyleri yapma dirayeti göstermeleriyle bir kazanana dönüşmüşlerdir. Tüm kazananlarda ortak olan bu anlayışı hemen tespit edebilirsiniz, geri kalan herkesten farklı bir motivasyon düzeyleri vardır. Bunun sonradan öğrenilebilecek ya da geliştirilebilecek bir yetenek olduğundan emin değilim: Ya böyle doğmuşsundur ya da doğmamışsındır. Dirk kesinlikle bu yeteneklerin bahşedildiği bir bebek olarak dünyaya gelmişti.
İşte bir anekdot… Katıldığımız majör turnuvalardan birinin hazırlık süreciydi, kampın henüz ilk günlerinde olduğumuzu hatırlıyorum. İlk günlerin nasıl geçtiğini bilirsiniz; fiziksel olarak yeniden sezon vücudunuza kavuşabilmek adına saatler süren kondisyon antrenmanları yaparsınız. Biz bu dönemde bazen altı saati aşan sürelerle kondisyon yüklemesi yapardık. Altı saatin sonunda tüm oyuncuların pestili çıkmış olurdu haliyle. Hepsinin aklında sadece ve sadece bir an önce otele dönmek, hızlıca bir şeyler atıştırıp istirahate koyulmak, masajlarını yaptırmak ve uykuya dalmak olurdu. Dirk hariç. O gün asistan koçlarımıza doğru şöyle bağırdığını duydum: “Hey, içinizden birinin mesaisi daha bitmedi! Biraz şut atmam gerekiyor, hanginiz benimle kalacak?” İnanın bana, aklında “biraz şut atmaktan” fazlası vardı. Çok daha fazlası. En az bir saat antrenman sahasında kaldı ve tüm çalışma rutininin üzerinden bir defa daha geçti – benzersiz bir odaklanmayla, neredeyse dinî bir vecibeyi yerine getiriyormuş gibi.
Mükemmel bir takım arkadaşı mı demiştiniz?
Mükemmel bir takım arkadaşı, gerçek bir lider. Böyle bir çalışma etiğine birinci elden tanıklık etmiş hiçbir oyuncu buna kayıtsız kalamaz. Antrenman sahasındaki havayı tamamıyla değiştiren, tek başına tonu belirleyen bir davranış biçimidir bu. Ve bana sorarsanız, gerçek liderliğin tanımı da işte budur. Söylediklerinle değil, yaptıklarınla hak edersin takım liderliğini. Bir koç olarak, takımınıza liderlik etmesini isteyeceğiniz daha hoş mizaçlı bir insan da bulamazsınız. Tanıştığımız günden bu yana karakterinde en ufak bir değişiklik olmadı, ona baktığımda hâlâ aynı mütevazı insanı görüyorum. Daha iyi bir profesyonel, daha iyi bir takım arkadaşı hayal edemiyorum. Bunun nasıl mümkün olduğunu aklım almıyor. Tek kelimeyle inanılmaz.
Bu röportaj ilk olarak, Socrates Almanya’nın Mayıs 2019 tarihli 31. sayısında yayımlanmıştır.