Laurent Fignon’un Fransa Turu’nu Greg LeMond’a sekiz, sadece sekiz saniye farkla kaybetmesinin üzerinden tam otuz yıl geçti. Belki 2019 Fransa Turu, Eddy Merckx’in ilk sarı mayo zaferinin ellinci yılını anarak başladı ama esasında büyük yıl dönümü başkaydı. Fignon’nun Paris’in en ünlü caddelerinde pedallayarak finişe gelişi, LeMond’un sabırsız bekleyişi, nefesini tutan milyonlar, bitiş ve kargaşa. Bir tarafta kazandığına inanamayan bir şampiyon, diğer tarafta kaybettiğini anlamayan bir şampiyon. Gelmiş geçmiş en büyük Tour de France, 1989.
Yetmişlerin ortasından beri bisikletin sesi olan Fransız spiker Daniel Mangeas, tarihi anlara şahitlik etmişti. Merckx’in emekliliği de Fabio Casartelli’nin trajik ölümü de Lance Armstrong’un geri dönüşü de ilk kez onun sesiyle kitlelere duyurulmuştu. Mangeas’a Socrates’in Haziran sayısı için kariyerindeki en unutamadığı ânı sorduğumdaysa da hiç vakit kaybetmeden 1989 demişti. Arkasından eklemişti: “O gün mikrofon başında iki farklı hisse sahiptim. Bir yandan Fignon’un yaşadığı hüsranı, hayal kırıklığını, dramı anlıyordum. Diğer yandan LeMond’un neşesini görüyordum, zaferinin büyüklüğünü anlıyordum. Son metrelerde kazanmıştı yarışı, son anda. İki görevim vardı. Bir yandan kederi, acıyı anlayıp açıklamam gerekiyordu, bir yandan da mutluluğu… İnsana dair zıt hisler yan yanaydı o gün. Umutsuzluk ve neşe, karanlık ve aydınlık…”
Daniel Mangeas, bisikletin romantik çağlarından gelen bir isim. Bugünkü bisikleti de seviyor, torunu yaşındaki yarışçıları anlatmaktan hâlâ mutluluk duyuyor ama yine de çağdaşları gibi o da romantik dönemlere tutkun. Dopingin bilindiği ama tam merkeze oturmadığı, medyayla bisikletçilerin yan yana olduğu, kaskın henüz kafalara takılmadığı, sporcuların yüzlerinin her şeyin önünde olduğu yıllar. Mangeas’a göre o dönem her büyük bisikletçi aynı zamanda ‘star’dı. Bazıları Hinault gibi trajik, bazıları Fignon gibi profesör, bazıları da Ocana gibi trajik.
Kask, bu anlamda ilginç bir simge. Elbette Mangeas, 2000’lerin başında güvenlik gerekçesiyle tamamen zorunlu hale getirilen kaska düşman değil, kimsenin inişte veya tırmanışta düşerek yara almasını dilemiyor. Sadece bahsi geçen nesneyi bir simge olarak kullanıyor. Sonuçta, 1990’larla birlikte bu sporda çok şey değişti ve bunların başında da bisikletçilerle kamuoyunun ilişkisi geldi. Festina Skandalı’ndan başlayarak bisiklet kendi içine kapandı, büyük bir omerta inşa edildi ve gazeteciler kaçılması gereken bir düşman, seyirciler de uzaklaşılması gereken bir topluluk olarak görülmeye başlandı.
Bu süreçte bisiklet her şeyiyle profesyonelleşti. Sporcular yediklerine, içtiklerine, idmanlarına eskisinden çok daha fazla dikkat etmeye başladı ve mega atletlere dönüştü. Banesto’dan US Postal’a, Mapei’den Team Sky’a uzanan çizgide çok büyük takımlar kuruldu ve sürprize pek de yer kalmadı. Lance Armstrong ve arkadaşları 2000’lerin karanlık yıllarını ele geçirdi, Chris Froome ve şurekâsı ise 2010’ların gri senelerine damga vurdu. Sele üzerinde zayıflık göstermeyen bu takımların en büyük yıldızlarını yenmek neredeyse imkânsızdı. Lance kamuoyuyla arasına ‘bodyguard’ ordusunu koyuyor ve bisiketi selebriti kültürünün bir parçası yapıyordu. Froome ise beyaz yanaklarının ve utangaç gülüşünün yanına bir robotu andıran stilini yerleştiriyordu. Bisiklet, seyircisini arttırmayı sürdürdü, daha global bir spor haline geldi ama yine de 1989 ya da 1986 Fransa Turu’na dair bir film izlemek Froome’un kazandığı herhangi bir sarı mayoya şahit olmaktan daha eğlenceliydi.
Thibaut Pinot, modern dönemde yarışan ama pek çok açıdan romantik çağdan miras kalan bir yetenek olarak ortaya çıktı. Mütevazi bütçeli takımı FDJ’de yetişmesi, muhafazakâr takım sahibi Marc Madiot’nun fikirleri etrafında büyümesi onu zaten ilgi çekici kılıyordu. Ama kişisel olarak, Fransız bisikletçiye özel başka bir yan vardı. Pinot, insan gibi duruyordu. Kırılgandı, duygusaldı, hastalanmaya, kaza yapmaya müsaitti. Olağanüstü görkemli atakları büyük zaafiyetler takip ediyordu, gülümsenen günleri ise battaniyenin altına saklanılan mağlubiyetler takip ediyordu. Madiot’nun yakın dönemde çekilen kısa bir filmde söylediği gibi bu çocuğu desteklemek gerekiyordu. Onu takip ederken hüzünlü olacağınız günler olacaktı ama kazanınca da bambaşka hissedecektiniz.
Stili de Pinot’yu başka bir noktaya koyuyordu. Froome; Miguel Indurain’in veya Jan Ullrich’in ekolünden geliyordu. Sele üzerindeyken pozisyonunu koruyor, temposunu kademeli olarak arttırıyor ve hislerini asla belli etmiyordu. Gözleri hep powermetre’nin üzerindeydi, muhteşem ataklar yapıyordu ama yarışırken sanki sırtında bir hesap makinası vardı. Kolombiyalı rakibi Nairo Quintana da etkileyiciydi, yüksek rakımlı tırmanışlarda fark yaratıyordu ama o da bir duvardı; ifadesiz, coşkusuz bir poker face. Onların gölgesinde bir genel klasman adayına dönüşmeye çalışan Pinot ise değişikti. Her anlamda. Tarz olarak her kilometreyi yaşıyordu. Sürekli ayağa kalkıyor, üst bedeninin her noktasını kıpırdatıyordu. Onu hesapta rakiplerinden ‘biraz daha insan’ kılan da buydu. Çünkü Pinot, ‘Armstrong Çağı’ sonrası daha kırılgan olması beklenen bisikletin gerçekten de öyle olan favorilerinden biriydi. Her gün aynı güçte görünmüyordu, büyük turlarda performansı dalgalanıyordu, bazen etaplar arasında toparlanamıyordu ve klimadan hasta olabiliyordu. Hepimiz gibi.
2018 Il Lombardia sonrası L’Equipe, en ünlü yazarı Philippe Brunel’in imzasıyla, ‘Un Acte Fondateur’ başlığını attı. Fransızlar, Vincenzo Nibali önünde kazanılan bu zaferin Pinot’nun kariyerinde yeni bir sayfa açacağına gönülden inanmıştı. Oysa ben pek de emin değildim. Bana göre Lombardia başarısı bir basamak değildi, Thibaut için çıkılacak daha üst bir adım olmayabilirdi. Belki de Nibali’yi yendiği o epik gün, tıpkı 2014 Fransa Turu’ndaki üçüncülüğü gibi, kariyerinin tepesinde kalacaktı. Yanına eklediği büyük etap zaferleriyle birlikte… Belki de onu böyle bir açıdan izlemek, desteklemek daha akıllıcaydı.
En nihayetinde, baştan beri aynı şeyi biliyorduk. Pinot, alıştığımız star profillerinden çok daha ötedeydi. Boş zamanlarını kuzularıyla, köpekleriyle geçiren; yarış parkurunda bütün duygularını belli eden, dışarıdaysa mütevazi bir hayat süren… Ona bir star diyebilir miydik? Hem evet hem de hayır. Kış aylarında Fransız bisikletçiyle gerçekleştirilen röportajlar yüksek irtifa kamplarında yaptığı antrenmanlardan söz ediyordu ama çoğu gazeteci önce kuzu seslerinden bahsetmeyi seçiyordu. Çünkü esas o ses, Pinot’nun karakterini orta yere seriyordu. Başka ne biliyorduk ona dair? Paris Saint-Germain sevgisini… Pinot, sık sık takımın soyunma odasını ziyaret ediyordu ama ünlü futbolcuların yanında hiç de onların dengi bir sporcu gibi durmuyordu. Daha çok basit bir seyirci gibi yaklaşıyordu futbolculara, sıradan bir hayran… Kısacası, kendisini çok fazla önemsemiyordu, işini iyi yapıyordu ama büyük şampiyonlara özgü katil içgüdüden de yoksundu. Daha sıradandı.
Yine de 2019 Fransa Turu, her şeyi değiştirebilirdi. Il Lombardia zaferinden aylar sonra bu Le Tour’un Pinot’nun yarışı olacağını La Planche des Belles Filles tırmanışında fark ettim. Milyonlarca insanla birlikte… Evet, sarı mayo Julian Alaphilippe onu takip etmişti ama Quick-Step bisikletçisinin büyük tırmanışlarda zirveyi kaybetmesi muhtemeldi. Derken Albi’deki çapraz rüzgârlı etap korkunç bir yenilgiyi beraberinde getirdi, bir anlık dikkatsizlik Pinot’nun 1 dakika 40 saniyelik fark yemesine sebep oldu ama Pireneler’de telafi şansı bulacaktı. Tourmalet tırmanışı Pinot’nun, Egan Bernal hariç bütün rakiplerinden daha güçlü olduğunun kanıtıydı. Ertesi gün, Prat d’Albis’deki performansı da vatandaşlarına büyük hayaller kurduruyordu. Fransızlar, 1985’ten beri beklediği şampiyona kavuşacak gibiydi. Tecrübeli bisiklet adamı Cyrille Guimard, ‘Thibaut Hinault’ benzetmesi yapıyordu. Sanki Pinot’nun içinden farklı bir karakter çıkmıştı. Yırtıcı, saldırgan, acımasız bir şampiyon. Derken Alpler geldi ve rüya bitti. Filmin gerisini biliyorsunuz.
Elbette Laurent Fignon’nun yaşadıkları hâlâ Fransız bisikletinin en büyük trajedisi. Bernard Hinault son şampiyon olarak anılıyor ama aslında Fransızlar, 1989’dan beri kazanamıyor. Çünkü 1989, yeni bir çağın kapılarını açtı. 1985’ten sonra ülke olarak bir daha kazanamayacakları düşüncesiyle henüz tam olarak karşılaşmamışlardı. Oysa 1989’da her şey değişti. Fignon, romantik çağın son Fransız simgesiydi. Devamında girdikleri kayıp yılların başlangıç noktası aslında oydu. Bisiklet değişirken ve EPO iki tekeri boşluğa doğru sürüklerken Fransız bisikletçi sessiz sedasız emekliliğini açıklamıştı. Kariyerinin son yılları da üzücüydü ama hiçbir mağlubiyet, LeMond’a kaybettiği gün kadar derin yaralar açmamıştı. Artık Fransa Turu’nu iki kez kazanan şampiyon değildi, o daha çok 1989’da sekiz saniyeyle kaybeden bisikletçi olarak hatırlanacaktı.
Pinot’nun daha iki tırmanış etabı varken bıraktığı 2019 Fransa Turu’yla 1989’u kıyaslamak Fignon’nun mirasına saygısızlık olur ama yine de deneyebiliriz. Zira bir cuma öğleden sonrası, Paris’e az kala, Pinot’nun gözyaşları içerisinde bıraktığı yarış 1989’dan beri yazılan kitaba yeni bir sayfa ekledi. Bir bisiklet yazarının dediği gibi, “Ancak Fransızlar bu kadar üzücü bir ânı bu kadar güzel gösterebilirdi.” Evet, Pinot ağlıyordu ama bu basit bir vazgeçişin görüntüsü değildi. Takım arkadaşlarından aldığı destek, Mathieu Ladagnous ile sarılması, takım arabasının önündeki son çabaları, gözyaşları içinde pedal çevirmeye çalışması ve aklından çıkaramadığı “Bu yarışı kazanabilirdim” düşüncesi…
Saatler sonra, etabın sarsıntısı henüz geçmemişken, Fignon’un otobiyografisine döndüm. Yazılmış en iyi otobiyografilerden olan ‘Gençtik ve Kaygısızdık’ sekiz saniyeyle başlar. 1989, kitabın merkezindedir. Fignon, ilk satırlarda şöyle der: “İlerleyen satırlarda kişisel hikâyemi bulacaksınız, fakat bu hikâye aslında çok daha büyük bir dünyayı temsil ediyor, bir sporcudan ziyade komple bir insanı yaratan geniş bir dünyayı.“ Arkasından kendini anlatır: “Ben her zaman hayatı iki ellerimle kavramak istedim. Öteki türlü, bu dünyada olmanın ne anlamı var ki?” Sonra bisikleti “Unutulmaya karşı, zamana karşı, kendine karşı bir yarış” diye tanımlar ve şöyle sorar: “Bir insanın karakteri bisiklet sürüşünden anlaşılabilir mi? Eğer öyleyse, bisiklet bana dair her şeyi söyledi mi?”
Bu satırlar, Pinot’nun 2019 Fransa Turu’nu bıraktığı gün benim için daha da anlamlıydı. Fransız bisikletçi, sekiz saniyelik o yarışın otuzuncu yılında, belki de sarı mayoyu kazanacağı etabın başında kenara geldi ve bir rüya daha sona erdi. Il Lombardia zaferinden aylar sonra Pireneler ve Alpler, ona dair birçok özelliği ortaya koymuştu. Pinot’yu bu kadar çekici ve kırılgan yapan her şey o dağlardaydı. Ne rakiplerini yere serdiği Tourmalet karakterini her köşesiyle tanımlıyordu ne de gözyaşları içinde takım arabasından seyrettiği Iseran. Hayattaki pek çok şey gibi, bir insan olarak da Thibaut Pinot, iki görüntünün tam ortasındaydı. Umutsuzluk ve neşenin, karanlık ve aydınlığın….