“Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.”
Tam olarak bu şekilde başlar Albert Camus’nün Yabancı’sı. Çok az romanın sahip olabileceği kadar kısa özetidir bu kelimeler kitabın. Bir yanda dünyanın en değerli duygularından biri, diğer yanda dünyanın en rahat umursamazlıklarından… Geri kalan sayfalar, bu dualizm içinde öleceğini bile bile insanın neden hala yaşadığını ve kendi canına kıy(a)madığını gösterir. Camus’ye göre insan “hayatın anlamsızlığının ve amaçsızlığının farkında” olarak yaşamalıdır.
Cezayir’de fakir bir Siyah Ayak* ailenin çocuğu olarak doğan Camus’nün babası Birinci Dünya Savaşı sırasında ölür. Geçimlerini ev temizleyerek sağlayan İspanyol annesiyle geçirir çocukluğunu. Biraz daha büyüdüğünde ev ortamından kaçıp kendi hayatını kendisi kurmaya karar verir. Mahalle maçlarıyla oyunda kaldığı çocukluğunda ortasahanın beyniyken, topla sürekli temas eden ayakkabıları dayanamaz ve yırtılır. Yenisini alacak para çıkışmaz tabii… En gerideki güzel ve yalnız pozisyona çekilmek zorunda kalır. Ama çocukluk hüzünlerinin ileride büyük şeyler kazandırabileceğinin farkında olamaz insan o yaşlarda. Çok sevdiği futbola, ciddi bir şekilde ilk kez, Cezayir’de başladığı üniversitenin takımıyla adım atar. Mükemmel bir kalecilik yaptığı konuşulur futbol çevrelerinde, geleceği parlaktır. Tutkulu, hırsıyla sahada beliren ateşli bir kaleci. Belki profesyonel olup Fransa’ya giderek Fransa milli takımına kadar yükselecek belki de Fransa’nın Zamora’sı olacak ve hatta Socrates’i anarken Camus’ye de bir tırnak açacağız… Futbolu ve felsefeyi, içindeki heyecanı tam olarak yaşayamadan, ilk ciddi denemesindeyken veremle tanıştığı için bırakır Camus. Felsefe eğitimini de ancak yıllar sonra tamamlayabilir.
“Dünyaya bir daha gelseydim ve bir tercih şansım olsaydı, yazarlık ve futbolculuk arasından ikincisini seçerdim.” diyecek kadar aşıktı bu oyuna. Pazar akşamlarını, kendi deyimiyle insanın ve tiyatronun bir araya geldiği stadyumlara ayıracak kadar hem de. 20. yüzyılın ilk futbolsever entelektüeli olması ve bunu gizlemeden, muadilleri gibi burnu büyüklük yapmadan açıkca deklare edebilmesi hayranlıkla karşılanıyordu. Futbola da saha dışından öncülük ediyordu. Sıkı bir aktivist, filozof, yazar olarak zamanını geçirdiği 1950’lerde, Fransa’da bir spor dergisi için yazdığı yazısına şu meşhur cümlesini de eklemişti: “Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum.” Doğru. Defansta duranın da karşılığı vardır hayatta, sadece santra yaparken topa dokunabilen forvetinde. Hakemi Tanrı’ya benzetebiliriz sanırım. Patronunuzun teknik direktörden ne farkı var? Top toplayıcı çocuklardan malzemecisine kadar her şeyi eşleştirebilmiş Camus kalecilik yaparken. İngilizlerin ‘amaç’ dedikleri şeyi yani golü korumakla görevlendirilmiş birisinden bunları duymak şaşırtmıyor insanı. Kaleciler hayatı izler sanki en gerideyken. Berabere bitse dahi o oyunu oynarlar. Aynı zamanda kendilerine has bir kaderleri vardır. Olan bitenden kaçamazlar. Hiçbir şey yapmasalar dahi o ‘yapmamış’ oldukları şey diğerleri tarafından ‘bir şey’ olarak görülür. Mersault da aynı dertten yakınarak haykırmadı mı papazın yüzüne idama giderken? Sıcaklık yüzündendi cinayet. Savcı “Annenin cenazesinde bile ağlamamış adamsın” diyerek kesti cezayı. Kaleci sıcaktan gol yiyebilir, “Sıcaktan yedim golü!” diyebilir mi? Belki takım arkadaşından belki teknik direktöründen, kesinkes taraftardan ve medyadan yersin fırçayı. Ne yeteneksizliğin kalır ne de fazla çalışmamışlığın…
Mutluluğu arayan yetişkin insanın hayatındaki eksik puzzle parçaları, işte o çocukluk hüznünün yolladığı uzun topla beraber gelir bazen. “Nihayetinde topun asla beklenen yere gitmediğini öğrendim. Özellikle, söylendiği gibi gerçek olmayan insanların yaşadığı büyük şehirlerde bunun bana çok yardımı dokundu” der Camus. Absürdizminin çıkış noktası da kaleciyle futbol arasındaki amaç-amaçsızlık ilişkisine çok benziyor. Her ne kadar bir gün öleceğimizi bilsek dahi yaşamaya devam ederiz, tıpkı bir gün gol yiyeceğini bildiği halde altıpası yuva belleyen kaleciler gibi. Maç 0-0 bitse dahi kalede bekleriz. Bekleriz ki son dakikada meşin yuvarlağı doksandan çıkartabilelim. Tarihin en iyi kalecilerinden Lev Yaşin’in “Yuri Gagarin’i uzayda görmekten daha iyi bir şey varsa, o da iyi bir penaltı kurtarışıdır” diyerek göklere çıkarttığı mutluluğu hissedelim, ilk dakikalarda aşırı motive olan defansımızın sebebiyet verdiği penaltı kurtarışını yapabilelim diye bekleriz çizgide. Sisifos gibi kayayı, her zaman tekrar düşeceğini bile bile, tanrılara inat dünyanın o en yüksek tepesine ulaştırırız. Bununla sevinelim, mutlu olalım diye bekleriz, anı yaşamanın güzelliğini görmek için hayatı yaşarız.
Mükemmel bir ‘Amaç Koyurucu’ydu o. Amacı da amaçsızlığıydı. Varoluşçu olmadığını, özgürlüğün zorunluluk değil mutlu olmanın yollarından biri olduğunu söylese de, yaşadığı tüm zorluklara rağmen hiçbir kısıtlamaya boyun eğmedi Camus: Çok sevdiği futbolu bırakmak zorunda kaldıktan sonra Fransız Komünist Partisi’ne katıldı, Troçkist olduğu iddia edilerek atıldı. 1934’te evlendiği karısı Simone Hie bir morfin bağımlısıydı. Sartre ve Beauvoir ile ayrı düştü. Kendi camiasından dışlandığı oldu. Ama her zaman hayatın içinde kendisini var edebilmeyi başardı. Çok satan gazete ve dergilerde yazarken, patronlarının, ilkelerine aykırı davrandığını düşünerek istifa etti. Birleşmiş Milletler, Diktatör Franco yönetimindeki İspanya’yı üye olarak kabul ettiğinde ayağa kalktı. Edebiyat dünyasında saygın bir yer edinip Nobel’i aldı, Nazilere karşı kağıt kalemle savaştı. Sovyet diktatörlüğüne dur demekten kaçınmadı, iç savaş sırasında idam cezasına çarptırılan Cezayirliler için gizlice çalıştı… Kısacası her zaman insanın özgürlüğüyle ilgilendi Camus. Absürdizm’i baştan yaratan hem kaleci hem filozof; absürd şekilde 46 yaşında bir trafik kazasında, cebinde aynı yolu gidecek olan trenin biletiyle ölene dek, mutluluğu tercih etti.
* Cezayir’de doğan Fransızlara Arapların taktığı lakap