Geçtiğimiz günlerde Galatasaray ve Udinese spor kulüpleri arasında Velden’de oynanan hazırlık müsabakası, yaşanılan olaylar sebebiyle hakem tarafından 32. dakikada iptal edilmişti -Gariptir ki; bu yazıyı yazmaya başladığım şu dakikalarda, Beşiktaş ve Atalanta spor kulüpleri arasında oynanan müsabakanın da benzer sebeplerle iptal edildiğini öğrenmiş oldum. Müsabakanın iptali sırasında başta Twitter olmak üzere futbol taraftarlarının yoğun olduğu sosyal medya mecralarındaki yorumlara bakındığımda, olayların salt sorumlusu yine taraftar ve taraftar gruplarıydı. Dijital mecralarda olaylar hakkında taraftarları suçlu görmeyen tek bir kişi ya da kurum yoktu. O gün ezber cümleler ile taraftar ve taraftarlık olgusu yerden yere vuruldu. Tüm klişe cümleler, sıfatlar ve dahası oluk oluk dijital mecralardan aktı ve o gün yine bu gibi taraftarlık durumlarını ortaya çıkaran ya da çevresinde yer alan toplumsal koşullar konuşulmadı, yine durum sonuç odaklı ve oldukça kısır bir bakış açısıyla taraftarlık müessesi üzerinden değerlendirildi. Oysa bu gibi özellikle Avrupa’da yaşanan olaylar ne sadece taraftarlık müessesi ile ne de futbolun oyun tarafıyla alakalı kısır görüşlerin sonucudur. O gün ve daha sonrasında yaşanan ve yaşanacaklar, bir cümle önce bahsettiğim unsurlar kadar, stadyum mekânının toplumsal anlamdaki etki gücü ve şiddet kavramının toplumsal seviyede yaşadığı tarihsel anlam değişikliğiyle de alakalıdır.
Etki ‘Sahası’ Yüksek Olan Bir Alan Olarak Stadyum
Öncelikle kendi kişisel durumlarımdan bahsetmek isterim. Gaziantep doğumluyum. Tipik bir taraftarım ve sıkı bir şekilde Galatasaray’ı desteklerim. Küçükken elimde babaannemden yadigâr radyo ile kendi odamdan maçları zar zor dinler, Galatasaray’ın yenildiği bir maç sonrası okula -ilkokul zamanlarıma denk gelir- gitmezdim. Gittiğim zamanlar bilirdim ki; arkadaşlarım Galatasaray üzerinden benimle dalga geçecek ve geçerlerdi de. İşte bu radyoyla ya da evdeki televizyon adlı kutuyla ben Galatasaray’ımı ve taraftarlığımı yıllarca uzaktan kurdum. Kendimce evde sloganlar attım, gol olduğunda stadyumdaki insanlar gibi bağırdım, stadyumda bir anda ortaya çıkan ‘rerererarara’ sloganına evde eşlik ettim ve dahasını yaşadım. Hiç görmediğim bir stadyum vardı, hiç görmediğim insanlar vardı ve belki de hiç göremeyeceğim bir takım vardı. O insanlar gibi stadyumda maça gitmek istiyordum ancak olmuyordu, ben de evi stadyuma çeviriyordum. O insanlar gibi slogan atmak istiyordum, evde televizyondan gördüğüm kadarıyla slogan atıyordum. Evet, belki İstanbul’da değildim ama İstanbul’a deliler gibi özeniyordum, İstanbul’dakileri kıskanıyordum. İstanbul metaforik olarak hem benim kişisel alanımı hem de kendi alanını çılgınca işgal ediyor ve üretiyordu.
Geçtiğimiz günlerde yazmakta olduğum bir makale için bir çevrimiçi taraftar forumundan arkadaşım ve Galatasaray Dergisi çalışanlarından Eren Loğoğlu ile bir röportaj yaptım. Kendisi ile yakın bir coğrafyada ve yakın zaman dilimlerinde yaşamışız. Eren’in anıları neredeyse benimkiyle aynıydı. Benzer şeyleri yaşamışız. İstanbul’a gidememişiz ama İstanbul imitasyonunu elimizden geldiğince yaşadığımız şehirlerde özenerek yaratmışız. Benzer bir örnek ancak zamansal olarak biraz daha yakın bir zaman diliminde yaşadığım bir olayı da sizle paylaşmak isterim. Bundan birkaç yıl önce Türk Telekom Arena Ali Sami Yen Spor Kompleksi’nde oynanan Galatasaray-Fenerbahçe derbisine katılmıştım. Bu derbi öncesinde yapılan koreografiyi de telefonumla çekip, Facebook hesabımdan paylaşmıştım. O gün Anadolu Lisesi’nden ve şu an Gaziantep’te yaşayan iki ayrı arkadaşım şu minvalde iki yorum yapmıştı. “Off, atmosfere bak be!” ve “Ne şanslısın Anıl, tarihe tanıklık etmişsin.”
Bu yazının metodolojik kümesi içerisinde yer alan yukarıdaki yorumlar neredeyse hemen hemen aynı temel üzerinden şekilleniyor: Taraftarlığın mekân ile olan yakın ilişkisi. Bugün literatüre bakıldığında da taraftarlığın mekân üzerinden ortaya çıkan, mekân ile şekillenen bir kavram ya da pratikler bütünü olduğu gün gibi açık gözlemlenebilir. Türkiye’deki taraftarlığın rakamsal olarak %80’ini oluşturan üç büyükler taraftarlığının da, mekân üzerinden ortaya çıktığı yadsınmaz bir gerçektir. Dolayısıyla bugün stadyum mekânına olan aşinalığı ya da stadyum mekânının toplumsal etki alanını ölçümlemek kolay bir iş değildir. Ancak yine de bir takım durumlar bize stadyum mekânının etkisini gösteren unsurlar olarak değerlendirilebilir. Örnek vermek gerekirse; gün sonunda İstanbul’da yaşasın ya da yaşamasın Türkiye’de yaşanan çoğu kişi, İstanbul taraftarlığına dair en az birkaç ritüele ya da pratiğe en azından aşinadır -En azından bizim ailedekiler futbolla pek ilgisi olmasa da ‘rerererarara’yı bilir. Stadyumun etki alanının önemli bir toplumsal yansıması olması kaydıyla, Gezi Parkı Direnişi’nde taraftar gruplarının oynadığı kilit rol ve park içerisindeki kitlenin taraftar pratiklerine olan aşinalığı da, taraftarlığının etki alanını gösteren bir diğer unsur olarak değerlendirilebilir. Stadyum ve şehir ilişkisinin toplumsal anlamda etki alanını analiz etmek için daha küresel bir örnek ise; stadyumların turistik bir alan olarak sunulmasında gizlidir. Günümüzde stadyumlar sadece müsabakalara ev sahipliği yapan mimari yapılar değildir; geçmiş ve gelecek arasında bir köprü görevi gördüğü kadar, uzakta olan için sürekli olarak yaşayan ve dönüşen müzelerdir de. Bugün stadyumların adeta turistik bir mimari yapıya dönüşmesinde, taraftar gelenekleri, ritüelleri ya da yaşanılan anılarda en az stadyumun ihtişamı kadar önemli bir noktada yer alır. Benzer bir şekilde John Bale, stadyumların etki alanını şu şekilde tanımlar; “Stadyumlar sürekli olarak üretilen coğrafi hafıza alanlarıdır.”
Yıllar yılı İstanbul dışında bir Galatasaray taraftarı olmaya çalıştım. Ali Sami Yen beni öylesine etkiliyordu ki; bazen rüyalarıma bazense direkt yaşamıma etki ediyordu. Çevremden duyduğum yorumlar da İstanbul’un etki alanını bana çarpıcı bir şekilde gösteriyor. İstanbul bir yandan kendini üretirken bir yandan da dışını üretiyordu. Uzakta olan olarak, uzaktaki beni etkiliyordu. Ne güzeldin sen, hayalimdeki ve gerçek Ali Sami Yen!
Maskenin İhtişamı: Sınır, İç ve Dış
Geçtiğimiz aylarda; Beatriz Colomina’nın Kamusallık ve Mahremiyet adlı kitabını okudum. Orada bir cümle çok dikkatimi çekti. Cümle şöyle diyordu: “Maske içini üretir.” Cümle kısaca iç, dış ve sınır kavramlarının felsefi tartışmalar odağında değerlendiriyor ve maske metaforunu bir sınır olarak içindekini ve dışındakini üreten bir fenomen olarak kurguluyordu. Cümlenin iddiası iç ve dış zıtlıkları arasında şekillenen temel bir diyalektik üzerinden ortaya çıkmaktadır. Doğrudur ki; maske görkemli ve ihtişamlı bir sınırdır. Maskedeki karşının merak unsuruyla içini üretse de, karşının varlığıyla maske aslında dışında kalanı da üretir. Maske bir sınırdır, maskenin içi ve dışı vardır. Maske sadece içini üretmez, maske marjinalleşerek hem içini hem dışını diyalektik bir temelde üretir.
Daha önce de bahsettiğim gibi taraftarlık olarak adlandırılan kavramın önemli bir kısmını mekân oluşturur, başka bir deyişle maskenin içerisinde stadyum ve taraftarlık arasındaki karşılıklı ilişki yer alır. Bugün birçok taraftar davranışını, stadyum ya da tribün mekânları olmadan düşünemezsiniz. Tribünde meşale yakmak dediğimiz eylem; pratik anlamda hem taraftarın tribündeki kolektif varlığına hem de tribünün fiziksel gereksinimine işaret eder. Bu bağlamda, 60-70 yıllık bir tarihsel geçmişe dayanan modern ya da rasyonel futboldaki taraftar davranışlarının hepsinin temelinde benzer mekânsallıklar olduğu kolaylıkla gözlemlenebilir. Dolayısıyla maskenin içerisinde aslında bu gibi mekânsallıklar yer alır ve dolayısıyla maske içini olduğu kadar dışını da dönüştürücü güce sahiptir. Taraftarlar organik mekânsal üretimleriyle ya da maç başındaki üçlüleriyle hem kendilerini hem dışında kalan alanları uçlaştırır.
İstanbul’da taraftar olmak öylesine ihtişamlıdır ki; uzakta olanı dahi etkileyecek bir güce sahiptir. Bu ihtişam hem uzakta olanı hem de maskenin içini marjinalleştirir. Bugün Avrupa’da oynanan çoğu müsabakada yaşanan olayların sebeplerinden birisi de İstanbul taraftarlığının marjinalitesi ve maskenin etki alanında saklıdır. Dolayısıyla mekân dediğimiz olgu hem içini hem dışını dönüştüren bir unsur haline gelir ki; bu dönüşümü farklı toplumsal bağlamlar üzerinden incelediğimizde de benzer sonuçlar görebiliriz. İtalyan Mahallesi, Türk Gettosu ve birçok getto durumları… Mekânın etki alanı bazen küçük bir çocuğun evinde ortaya çıkar, bazen toplumsal bir direnişte, bazense binlerce kilometre ötede. Maske hem üretilen hem de üretendir artık.
Böylesine bir etki alanı elbette aynı zamanda bir takım ‘toplumsal yapılar’ için bir tehdit de arz edecektir ve bu etki alanı ehlîleştirilmelidir. Son zamanlarda birtakım süreçlerle maske ve içi uysallaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu durumun en önemli araçlarından bir tanesi ise Maslow’un hiyerarşik temelinin en alt kademesinden ortaya çıkmaktadır: Güven ve güvende olma durumu. Sporda şiddet! Son zamanlarda maskenin içi ve dışı arasındaki diyalektik ilişki bir takım söylemsel pratikler üzerinden kamusal alanda yeniden üretilmektedir. Belki bunun üzerine kafa yormak gereklidir!
Şiddetin Paradigma Değişimi: Maskenin İçinde Ne Var?
Aslına bakılırsa günümüzde coğrafik bir kısıtlamaya gitmeden, futbola ilgi duyan herhangi bir kişiye stadyum atmosferi üzerine ne düşünüyorsunuz diye sorulduğunda; alınan cevapta taraftar pratiklerinin yer almaması neredeyse imkânsızdır. Üçlü çekmeden başlayan bir müsabaka, sadece stadyum içerisindeki taraftar için değil, herkes için eksik bir müsabaka haline dönüşür. Bu kapsamda; bu gibi kolektif davranışlar taraftarların üretici ve kültürel yanına işaret eder ki; taraftarlar sloganlarıyla, marşlarıyla, pankartlarıyla özgün bir mekânsal kültür üretir. Bunun yanı sıra; bu pratikler toplumsal olarak da kabul görmüş kültürel ürünlerdir. Maskenin içinde aslına bakarsanız bu kültür vardır; köklü, üretken ve mekânsal bir kültür…
Ancak bu üretken kültür son zamanlarda ciddi bir söylemsel tehlike ile karşı karşıya: “Artan Tribün Şiddeti.” Bugüne kadar toplumsal şiddet içerisinde yer almayan bu gibi kolektif davranışlar, son yıllarda nedense şiddet tanımı başlığı altında yer almaya başladı. Peki değişen ne? Taraftar pratikleri mi, yoksa şiddetin toplumsal paradigma değişimi mi? Soruyu şu şekilde sormak da pek mümkün; 20 yıl önce stadyumda meşale yakmak bir problem doğurmuyorken, bugün neden şiddet tanımının içerisinde yer alıyor? Daha olgusal bir temelde soracak olursak; sahi şiddet nedir? Bu soruları çoğaltmak mümkün ancak eylemsel anlamda değişmeyen taraftar pratikleri, şu aralar ‘toplumsal içerisindeki şiddet tanımı’ içerisinde yer almaktadır. Oysa değişen taraftar pratikleri değil, şiddet fenomeninin toplumsal anlamındaki değişikliktir. Tarihin yaşadığımız kesiti içerisindeki şiddet tanımında, tribün kültürü ve pratikleri bir şiddet unsuru olarak tanımlanmaktadır. Peki tribün kültürü gerçekten -fiziksel- bir şiddet unsuru mudur?
Passolig söylencesi, şiddet fenomeninin toplumsal değişimi, üretilen yeni söylemler ve dahası bugün büyük resimde tek bir şeyi çiziyor: Üretenden çok tüketen yeni taraftar! Tribünleri marşlarıyla, sloganlarıyla üreten taraftardan çok, kapitalleştirilen tribünlere -Pegasus ve Passolig Tribünleri- gidiyoruz. Tribündeki organik üretimlerinden, ziyade store’larda tüketen taraftarlara dönüşüyoruz… Kombine biletiyle, stadyumda fiziksel olarak yer almasına gerek dahi kalmayan taraftarlar haline geliyoruz. Stadyumda avazı çıktığı kadar bağıran taraftardan izleyen taraftar oluyoruz… Daha geçen yıllarda stadyumu rakibe cehenneme çevirmek için kullanılan meşale, neden son oynanan maçta ‘sporda şiddet”-‘ söyleminin bir parçası olarak kullanılmaktadır?
Futbol milyonlarca insanı peşinden sürükleyen bir oyun olduğu kadar, toplumsal anlamda da inanılmaz bir etki alanına sahip toplumsal fenomendir. Dolayısıyla geçmişin endüstriyelleşen futbolunda, maskenin ihtişamı olan tribün kültürü, bugün endüstriyelleşmiş futbolda, toplumu dönüştürme gücüne sahip bir tehdit olarak görülmektedir. Biz bunu Gezi’de gördük. Biz bunu Türk Telekom Arena’nın açılışında da gördük. Etkisi böylesine güçlü bir alan, elbette iktidar ve aygıtları için bir tehlike yaşatacaktır. Şimdi soruyu tekrardan sormak istiyorum; bugün polisin taraftarlara karşıladığı fiziksel şiddet, tribün kültürü içerisinde yer alan ‘sözde’ fiziksel şiddetten daha mı azdır?
Soruya ya da Soruna Geldiğim(iz)de: Zor Olandan Kaçmamak Dileğiyle…
Taraftarlık ve taraftar gerilimi önemli bir sosyolojik konu ve birçok tetikleyicisi olan bir tartışmadır. Bu tartışma içerisinde taraftarı merkeze koyup ve onu salt suçlu görmek oldukça kısır bir bakış açısının ürünü olur. Ben elimden geldiğince bu gibi yaşanan gerilimlerin birkaç boyutunu anlatmaya çalıştım ancak dediğim gibi anlatmaya çalıştığım kısımlar; futbolda yaşanan ‘gerilimlerin’ sadece birkaç boyutudur -Aslına bakarsanız, milyon dolarların ‘oynandığı’ bir ‘oyun’ olan futbolda, böylesine gerilimlerin yaşanması kadar ‘doğal’ bir durum da yoktur hani. Ancak gerilimlerin tek sebebi de; taraftarlar ve taraftarlık da değildir. Bu konu; taraftarlık fenomenini tetikleyen unsurlardan, gurbet- aslında uzak- kavramını ortaya çıkaran sosyolojik nedenlere kadar kompleks bir tartışmanın konusudur. Zor olan bir tartışmadan kaçmamak dileğiyle…