Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

GündemNeşe ve Keder

Socrates'in 51. sayısı bayilerde! Girişte, Caner Eler'in kaleminden geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Niki Lauda'nın hikâyesi var...

“Saf ve tam bir sevinç gibi saf ve tam bir keder de imkânsızdır”
Leo Tolstoy, Savaş ve Barış

Motor sporları yazarı Maurice Hamilton, 2006’da The Guardian tarafından bir röportajla görevlendirilir. “Mutluluk ve Keder” konseptli söyleşiyi yapacağı kişi Formula 1 efsanesi Niki Lauda’dır. Hamilton, Lauda’ya “1977’de elde ettiğiniz şampiyonluk en büyük zafer ve mutluluk ânınız mıydı?” diye sorduğunda aslında tereddüt eder. Sonuçta üç dünya şampiyonluğu kazanan, katıldığı 171 yarışın 25’inde galip gelen bir Formula 1 sürücüsü için birçok sevinç ve zafer ânı olabilir. “Kesinlikle doğru” yanıtını alır. Ama en büyük keder ve umutsuzluk ânı konusunda gelecek cevaptan emindir Hamilton. 1 Ağustos 1976’da Almanya’daki Nürburgring pistinde geçirdiği ve başta yüzü olmak üzere vücudunda ciddi yanıklar oluşturan cehennemî kazadan söz edeceğini düşünür. Komaya girdiği, hayatını kaybedeceği düşünüldüğü anlardan, hastanede rahibin ona son duasını okuduğu dakikalardan bahsedeceğine inanır. Ama yanıt farklıdır. “1991’de sahibi olduğum Lauda Air havayolu şirketinin uçaklarından biri Bangkok yakınlarında kaza yapmıştı. 223 kişi hayatını kaybetti. Yarışırken hayatımla ilgili risk kararını kendim alıyordum. Ama bir havayolu şirketi yönetiyorsanız her uçuşta 200 kişiden fazla insanın hayatından mesul oluyorsunuz. Eğer bir sorun çıkarsa sorumluluk size aittir. İşte bu hayatla ilgili başka bir boyut demek.”

Facianın boyutu çok büyüktür. Eğer sorumluluk, sahibi olduğu havayoluna aitse bu işi bırakmayı düşünüyordur. Ama sonuna kadar araştırır. Nihayetinde işin peşini bırakmaz ve sekiz ay sonra kazanın sebebinin uçak kaynaklı olduğunu ortaya çıkarır. Uçağı üreten Boeing, bunu bir türlü kabullenmeyince Lauda uçağın düşmesine sebep olan mekanik sorunu ispatlamak için aynı model uçakla aynı uçuşu denemeyi teklif eder. Zira Lauda esasında iyi bir havayolu pilotudur. Şirket, bu riske girmez ve hatasını kabul eder. Fakat sorumluluk şirketinde olmamasına rağmen Lauda, tek tek hayatını kaybedenlerin cenazelerine gider. Yıkılmıştır. Bir dönem yöneticisi olduğu Jaguar takımında yarışan F1 pilotu Mark Webber’in tarif ettiği gibi o, inatçı ve hep doğruların peşinde olan biridir. Ciddi, pragmatist, kaba, haşin, duygusuz ve mekanik görüntüsünün altında aslında farklı bir kişilik vardır. Bazen size sunulan yüzeyi biraz kazımanız gerekebilir, gerçekten o insanı tanımak ve anlamak ancak o zaman mümkün olur. Her neşeli veya kederli yüzün ardında farklı bir hikâye bulabilirsiniz.

“Her yıl Formula 1 sezonuna 25 pilot başlar ve her yıl aramızdan iki kişi ölür. Nasıl bir insan böyle bir iş yapar? Normal olanlar değil tabii. İsyankârlar, deliler, hayalperestler. Ardında bir iz bırakmak için can atan ve bunun için ölmeye hazır olanlar. Benim adım Niki Lauda (…)”

Son yılların en popüler filmlerinden biri olan ve Lauda ile James Hunt’ın rekabetine odaklanan Rush bu cümlelerle açılır. Karşılıklı nefret ve rekabet üzerine kurulan bir Hollywood yapımından çok daha derindir aslında ilişkileri. Hatta daha eğlenceli görünen Hunt’a nazaran Lauda’nın dost sohbetlerinde daha esprili ve eğlenceli olduğu ifade edilir. İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan hayatında, varlıklı bir Viyanalı ailenin çocuğu olarak büyürken aile fabrikalarında makinelere, traktörlere ve otomobillere aşina olduğu bir ortamda büyür Lauda. Dedesi Hans’a karşı gelerek motor sporları dünyasına adım atarken bile ne yapacağını, nasıl ilerleyeceğini ve ne hedeflediğini bilen bir pragmatisttir. Serhan Acar’ın Senna’yı yazarken tarif ettiği gibi: “Biraz Niki Lauda’nın başlattığı, Alain Prost’un devam ettirdiği ‘detaylara önem veren, tam profesyonel sürücü’ portresini tüm benliğini yüzde yüz spora ve kazanmaya adayarak, ikinciliği mutlak başarısızlık sayarak, fiziksel ve zihinsel olarak her alanda kendisini geliştirmeye çalışarak bir adım daha ileriye götüren bir sporcuydu.” Lauda bu konuda da öncüydü.

1975’te uzun zamandır başarıya hasret Ferrari’ye özlediği sürücüler dünya şampiyonluğunu getirir. Dişlerinden dolayı ona fare diye lakap takarlar. “Her koşulda hayatta kalmayı başaran çok zeki bir hayvandır” diye yorumlar bu yakıştırmayı. 1976’da hayatta kalması mucize olarak düşünülen kazadan çıkıp, üç hafta sonra başından kanlar akarken Monza’da yarıştığında ise tarihin en cesur spor kahramanlarından biri olarak addedilir. Şapkalı mitolojk bir figüre dönüşür.

Bir gün kaza yaptığı Bergwerk virajına geri döner. Hayranları ona orada ne aradığını sorar. Kazadan sonra ilk defa o noktadadır. Yanındaki dostu “Kazada kaybettiği kulağını arıyor” der. Buz gibi bir hava oluşur. Lauda çimlere bakar ve daha önceden gizlenmiş bir domuz kulağını alıp hayranlara gösterir. “İşte sonunda buldum!” İmza isteyenler mizah anlayışından hoşnut kalmazlar. Ancak geçen ay 70 yaşında hayatını kaybettiğinde herkes dışarıdan nemrut suratlı gözüken bu büyük efsaneye saygılarını ama her şeyden öte sevgisini sundu. 2012’de yöneticiliğe geldiğinde Mercedes’e katılmaya ikna edip Formula 1 tarihini değiştirdiği Lewis Hamilton’dan tutun, zamanında takım arkadaşı olan John Watson ve Alain Prost gibi efsanelere kadar… Zira onlar sadece tarihin en haşin ve duygusuz görünüşüne sahip büyük figürlerinden birine değil; aynı zamanda içten, dürüst ve neşeli dostlarına üzülüyorlardı.

Bu sayı; kederin en derinlerine sürüklense de geleceğe dair naif umutlarını taze tutan, her şeyin güzel olacağını tahayyül edenler için…

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

3 sene önce
Sıfır

Sıfır

3 sene önce