1
“Sep Vanmarcke
Vanmarcke
Vanmarcke…”
Kulağımda bu tezahürat, bekliyordum. 2019 Ronde van Vlaanderen’in bitişine yaklaşık 60 kilometre kala Vanmarcke atağını yaptı. Yanında da bir başka Belçikalı kaybetme ustası Stijn Vandenbergh ve genç Danimarkalı Kasper Asgreen vardı. Yarışı takip ettiğim Paterberg’in tepesinde elbette Belçikalı seyirciler çoğunluktaydı ve kendi vatandaşlarının kazanmasını istiyorlardı. Ayrıca, Sep sürekli yenilerek ama denemekten hiç vazgeçmeyerek büyük bir hayran kitlesi edinmişti. Bu yüzden ona verilen destek yanındaki isimlerden biraz daha fazlaydı.
Hatta öyle ki, durduğum noktanın arkasında bekleyen aile uzun süre boyunca Sep ile aynı takımda yarışan Alberto Bettiol’u karıştırdı. Dolayısıyla son bölümde Bettiol’un yaptığı; cesaret, taktik ve güç gerektiren müthiş atağı uzun süre “Haydi Sep” nidalarıyla izledim. Sonra mevzu bahis aileden olduğunu tahmin ettiğim bir beyefendi acı gerçeği yanındakilere açıkladı ama devamında o da Bettiol’a “Haydi Alberto, haydi Bartoli, haydi Bartali” diye bağırdı. Elbette belirli bir bira, sıcaklık ve yorgunluk seviyesinden sonra bütün bunlar anlayışla karşılanabilecek hatalardı. Zira oraya kimse bisiklet tarihini yeniden yazmaya vesile olacak tespitler yapmaya gelmemişti. Amaçları daha farklıydı. Arkadaşlarla buluşmak, piknik yapmak, belki uzun süredir görmedikleri bir komşuya rastlamak, arada alandaki büyük ekrandan yarışı kontrol etmek ve bol bol içmek… Kısacası, keyif almaya çalışıyorlardı. En azından bulunduğum noktadakilerin niyeti buydu. Sonunda EF-Education First takımından Bettiol kollarını kaldırıp finişe geldiğinde de büyük bir alkış koptu. Beklenen şampiyon muydu? Hayır. İstenen şampiyon muydu? Hayır. Ama hak eden şampiyondu. Takımının çizdiği eksiksiz planı müthiş bir şekilde taçlandırmıştı.
2
Günün başında benim çizdiğim plana ise kusursuz demek mümkün değildi. Zira temel bir soruyla karşı karşıyaydım. 2019 Ronde’yi nerede izlemeliyim? Finiş, basın kartımın bana verdiği yetkiye dayanarak, gidebilebileceğim en ideal yerdi. Oudenaarde’deki gelişmiş tesislerde çayımı-kahvemi içer, koltuğumda rahat rahat takılır ve gün sonunda kazanlarla da kaybedenlerle de röportaj yapabilirdim. Ama bir seçenek daha vardı. Üzerine düşünülmesi gereken bir seçenek. Eurosport Türkiye’de yıllarca yorumculuk yapan Dirk Vermeiren’in gazeteci ağabeyi Guy, bir gün önce bana o seçeneği sunmuştu. “Eğer finişte röportaj yapmak zorunda değilsen Oude Kwaremont’a git. Gerçek Ronde atmosferini ancak orada hissedebilirsin.”
Dolayısıyla sabah saatlerimde fikrimi değiştirdim ve Kwaremont’a doğru yol aldım. Lille’den trenle Kortrijk’a gitmiş, oradan otobüsle Mouscron’a varmış, ardından bir başka trenle Oudenaarde’ye ulaşmıştım. En sonunda Ronde’nin bedava shuttle’ı ile Kwaremont’a yol aldım. Saat 12’yi geçiyordu, yarış başlamıştı ve buradaki ilk geçişe kısa bir süre vardı. Lakin, açıklanamayacak nedenlerle, fikrimi değiştirdim. Aynı shuttle’ın Paterberg’e giden hattına bindim ve soluğu o küçük, şirin tepede aldım.
Oude Kwaremont yeni parkurun yıldızıydı, yarış her sene oradaki geçişlerde kaynıyordu. Ama benim favorim Paterberg’di. Peter Sagan’ın 2016’da buradan geçişini unutmamıştım, arkasında Fabian Cancellara varken müthiş bir iş çıkarmıştı. Yine, Dirk Demol’ün favori Ronde’lerinden biri kabul ettiği, 2013’te Cancellara büyük yumruğu burada vurmuştu. Her sene Paterberg son kez geçilirken kazanan da az çok belli olurdu. Arkasındaki uzun düzlüğe rağmen…
Dolayısıyla gelir gelmez doğru tercihi yaptığımı anladım. Tepede kalabalık henüz toplanmamıştı. Samuray soslu patates kızartmamı ve biramı aldım, güzel havada çimlere yattım, büyük ekrandan yarışı takip etmeye başladım. Güneş, bir Nisan öğleden sonrasında, Belçika topraklarında olabileceği kadar güzeldi. Etrafta ağırlıkla Fransızca, İngilizce ve Flamanca konuşuluyordu. Herkes ziyadesiyle rahat ve mutluydu, Niki Terpstra’nın düşüşü ve birkaç saniyeliğine hareketsiz yatışı korkutsa da genel anlamda endişe yoktu. Yarış yavaş yavaş kendini inşa ediyordu. İzleyiciler de yarışla birlikte disiplin kazanıyordu. Kilometreler eridikçe, biralar içildikçe, kaçan grup oluştukça, ilk hamburgerler söylendikçe, ataklar başladıkça…
3
Alberto Bettiol, iki sene önce bir İtalyan gazetesine verdiği röportajda Ronde van Vlaanderen’i “Bisiklet üniversitesi” diye tanımlamıştı. Birçok İtalyan pedal gibi zor şartlarda büyüyen Bettiol, bırakın bir şampiyonluk kazanmayı, bir mesleğe sahip olduğu için bile kendisini şanslı hissediyordu. İlginçtir, yetiştiği şartlara rağmen pelotonda farklı karakteriyle ünlenmişti. Ronde zaferinden sonra L’Equipe’e konuşan eski takım arkadaşları ve antrenörleri, 2014’te Cannondale ile profesyonel bisiklete adım atan, 2018’de BMC’ye giden, 2019’da EF’e gelen Bettiol’un hep yetenekli olduğunu söylüyorlardı. Ama… Bir ‘ama’ vardı. Yirmili yaşlarının ortasındaki İtalyan, bu sezona kadar potansiyelini yansıtamamıştı. Fransız gazetesine demeç veren isimlerden Greg van Avermaet, eski takım arkadaşının verdiği kilolardan bahsetmiş ve kibarca “Eskiden böyle değildi” demeye getirmişti.
Elbette Bettiol günün hikâyesiydi. Neredeyse kimsenin tanımadığı İtalyan, finişe 18 kilometre kala en cesur atağı yapmıştı. Daha mühimi, bu cesareti destekleyecek akla, bacaklara ve takıma sahip olmasıydı. Ondan daha önce atağa kalkan takım arkadaşı Sep Vanmarcke, 2019 Ronde’yi kazanamayacağı belli olduğunda -ki aslında atak yaptığı saniyede belliydi bu- Bettiol için ter dökmüştü. Sonra, İtalyan bisikletçinin arkasında, favorileri de içinde bulunduran büyük grup oluştuğunda bir başka takım arkadaşı meydana çıktı: Sebastian Langeveld. Kendisi de harika bir klasikçi olan, kariyerinde Paris-Roubaix podyumu bulunan tecrübeli isim kişisel amaçlarını hiçe sayarak Bettiol için çalışmaya başladı, arka grubun temposunu kontrol etmeye çabaladı. Sonunda Bettiol ellerini havaya kaldırarak finişe geldiğinde ise büyük bir sevinç fırtınası kopmuştu. Pelotonun en sempatik takımlarından EF, kutlamalara başlıyordu. Daha da güzeli, Langeveld büyük grupla yarışı bitirdiğinde yaşandı. Takım olmanın temel kuralı o fotoğrafta yatıyordu. Başkası için de sevinebilmenin önemi…
2019 Ronde van Vlaanderen, iki farklı açıdan okunabilirdi. Birincisi, EF’in verdiği dersti. Sportif direktör Andreas Klier’in emrindeki takım, taktiksel bir gösteri sergilemişti. Quick-Step’in ortalardan itibaren zayıflık gösterdiği günde üç farklı kartla ortaya çıkmışlardı ve pelotonun ritmini bozmuşlardı. İkinci açı ise kaybedenlerin penceresiydi. Muhtemelen ekran başında izlerken siz de içinde Sagan’ı, Mathieu van der Poel’ü, Alejandro Valverde’yi barındıran büyük gruba kızmışsınızdır. Zira tek başına son 14 kilometreyi geçen Bettiol’a karşı bir türlü 30 saniyelik farkı kapatamadılar.
Fakat Ronde ve Paris-Roubaix gibi yarışlarda defalarca gördük ki bu, kağıt üzerindeki kadar kolay değil. 200 kilometrenin üzerine çıkan yarışların bu kadar az olmasının bir sebebi var. 200 kilometre, hele bu kadar zor şekilde aşıldıktan sonra aklınız, mantığınız ve bacaklarınız normal zamanlardaki gibi çalışmıyor. Hele grubunuzda Sagan ya da Kristoff gibi sprinterler varsa işler hepten karışıyor. Bu yüzden kimse beraber çalışmak istemiyor, herkes ağır emeği başkasına bırakıyor, takımlar ve yıldızlar ortak düşmana karşı birleşemiyor. Çünkü yarış akıp giden bir şey. Taktikler bir masa başında veya koltukta uzun uzun müzakere edilerek verilmiyor. O yüzden Bettiol gibi bir bisikletçi, profesyonel kariyerinin ilk zaferini Ronde van Vlaanderen gibi bir anıtsal klasikte elde edebiliyor.
4
Dağılma vakti. Paterberg’deki iki geçişin ve büyük ekranda izlenen yarışın elbette bana öğrettiği şeyler var. Bunlar öyle çok da yenilikçi fikirler değiller. Hatta öğretmek yerine hatırlatmak da diyebiliriz. Ne onlar? Sırayla gidelim. Paterberg’den bir saatlik yürüyüşün sonunda otobüse atlayıp Oudenaarde’ye giderken bir parti havası dikkatimi çekiyor. Yarış çoktan bitmesine rağmen kimse dağılmamış, müstakil evlerden barbekü kokuları yükseliyor, bahçede toplanan komşular bir yandan Sporza’nın yarış sonu değerlendirme programını seyrediyor bir yandan da müzikle eğlenmeye bakıyor. Camlarında bisiklet mayolarının olduğu bir bardan Metallica’nın eski bir şarkısı yükseliyor. Bu noktada artık Bettiol nasıl kazandı, Sagan neden formsuz, Mathieu van der Poel nasıl yıldızlaştı gibi soruların çok da önemi yok. Yarışın gizli kahramanlarından Kasper Asgreen’e dair övgüler de bekleyebilir. Şimdi, parti var.
Oudenaarde merkezinde yürümeyi sürdürüyorum. Güneş battı, yağmur hafiften çiselemeye başladı ama kimsenin eve gitmeye niyeti yok. Meydan tıklım tıklım ve tam ortada EF otobüsü dikkatimi çekiyor. Trenimin kalkışına 20 dakika kalmasına rağmen “Alberto, Alberto” seslerinin peşinden gidiyorum. İtalyan seyirciler, EF otobüsünün önünde şampiyonu bekliyor. Dikkatli bakınca, aralarında parlayan eski bir bisikletçiyi fark ediyorum. Filippo Pozzato’yu… 2012’de Ronde kazanmaya çok yaklaşan, Tom Boonen’a geçilen, büyük yeteneğine rağmen kariyerinde Milan San-Remo dışında anıtsal zaferi olmayan Pippo, sıradan bir seyirci gibi sırasını bekliyor. Birkaç dakika sonra Bettiol otobüsten elinde bir şampanyayla çıkıyor ve Pozzato’ya uzun uzun sarılıyor.
Hayranlarının selfie isteklerinden onu çekip almamın akabinde, Pozzato’ya geride kalan günü soruyorum. Yakın arkadaşlarından biri olarak gördüğü Bettiol’un zaferinden gerçekten mutlu olmuş gibi duruyor. “Alberto hep yetenekliydi ama son dönemde, son iki-üç ayda gerçekten forma girdi. Eskiden de hızlıydı ama bir ‘winner’ değildi. Bugün takımı da o da muhteşem bir iş yaptı” diyor, ne kadar mutlu olduğunu belirterek. Sıradaki sorum, daha kişisel. “Sen de Ronde kazanmaya çok yaklaşmıştın. Bugün Alberto’nun zaferini izlerken neler hissettin? Keşke dedin mi?” diyorum. Kibarca gülümseyip “Her yarış farklıdır” cevabını veriyor. Arkasından samimi bir şekilde yine aynı cümleyi sarf ediyor: “Onun için gerçekten çok mutluyum.”
2019 Ronde van Vlaanderen yolculuğum sona ererken, İstanbul uçağında, geçirdiğim hafta sonunu düşünüyorum. En nihayetinde güzel bir şey olmalı; başkası adına sevinebilmek, başkasının zaferine ortak olmak, bir spor etkinliğini partiye çevirebilmek…. Kulağımda ise aynı bağırışlar var. “Forza Lampaert, forza forza Lampaert” ve “Sep Vanmarcke, Vanmarcke, Vanmarcke…” Konuk öğrenci olarak geldiğim ‘Bisiklet Üniversitesi’nde şunu iyice anladım. Belçika spor tezahüratları konusunda kendisini biraz daha geliştirmeli. Geri kalan her şeyde ise gayet iyiler…