1 Ekim 2014, Çarşamba, yüksek lisans için Londra’ya gelişimin üzerinden 10 gün geçmeden Galatasaray, Şampiyonlar Ligi’nde Arsenal ile karşılaşıyor. Henüz kendime ev bulabilmiş değilim; İngiliz emlakçıların, yeni geldiğim bir ülkeye ilişkin geçmiş yıllardan bordro taleplerini karşılama açmazım, hayatımın göbeğinde büyük bir yer işgal etmeye devam ediyor ama ben bu sorunu görmezden gelerek buraya alışmaya çalışıyorum, sanırım zaman makinesini keşfedeceğime dair bir ümidim var. İstanbul’dan maça gelecek arkadaşlardan öğrenci bütçesi bakımından düşündüren, süründüren demenin ağır kaçacağı ve günün sonunda öldürmeyen bir fiyat karşılığında bilet bulabileceklerini öğreniyoruz. Düşünüyor ve muhtemelen bizi öldürmeyen bu şeyin güçlendireceği düşüncesiyle maça gitme kararı alıyoruz. Zaten bir noktada bir maça gitmemiz şart, yükümlülükler konu olduğunda ağırdan hareket etmek genetik yapımızda var, o halde kurbağayı baştan öldürelim gitsin1!
Dersler bittikten sonra Türkiye’den takımlarını desteklemeye gelen cefakâr arkadaşlarla Leicester Square’de buluşuyoruz, doğal olarak gereğinden fazla oyalandıktan sonra aceleyle yola çıkıyoruz. Yol üstünde, gün boyu yük ettiğimiz çantaları bırakmak için yurda uğrayacağız. Yurt Caledonian Road’da ve yenisi olduğumuz bu şehirdeki mesafeleri tam kestirememekle beraber, oradan Emirates’e yürünebileceği gibi bir intiba ediniyoruz. Bunun çok parlak bir karar olmadığı ortaya çıkıyor, özellikle ekibimizdeki daha fanatik Galatasaraylıları mutsuz eden son dakikacı bir acelecilikle yüksek bir tempoda yürüyoruz. Londra’nın kuzeyinde ilk kez dolaşırken etrafımdaki evlere yabancı gözlerle bakıyorum, sokaklar çok sessiz ve hayat belirtisi pek yok. Derken yavaş yavaş Arsenal formalı insanlar sağımızdan solumuzdan hızlı adımlarla geçmeye başlıyorlar ve nihayet stada yaklaştığımızı anlıyoruz. Stat karşımızda belirdiğinde bu oyunu sevdiğimiz ilk günden bugüne belki de değişmeyen tek his vücudu sarıyor, bir anda koşup her şeyin ortasındaki yeşilliğe girme isteği. Ne yazık ki artık bu büyü çoğu zaman ilk düdükten sonra kayboluyor, artık doksan dakika boyunca nasıl hareket ettiğini gözlemlemek istediğim kahramanlar yok; büyümek, insanın sahadaki oyuncuların çoğundan yaşlı olmasıdır.
Prandelli yönetimindeki mor formalı Galatasaray, o gün sahada yok sayılır bir performans ortaya koyuyor. Dzemaili, Pandev ve Veysel Sarı’yı kombine sahibi taraftarlardan daha uzun süre seyretme şansını bulmak kısmetimizin göstergesi. Arsenal’de en çok seyretmek istediğim Ramsey yok, Wilshere sonradan giriyor ama yine de Sanchez ve Cazorla liderliğinde sezonun belki de en iyi maçını çıkaran Welbeck’in hat-trickiyle maçı 4-1 kazanıyorlar. Maçtan sonra yolum bir daha bu tarafa ne zaman düşer bilinmez düşüncesiyle stadın etrafındaki Bergkamp ve Henry heykelleriyle hatıra fotoğrafı çektiriyorum; bu arada eski yeni yıldızların tüm stadı çevreleyecek bir şekilde omuz omuza çizilmiş olmaları ve aşağıdaki duvarda kulübün efsane isimlerine ilişkin anekdotların yer alması hoş ayrıntılar. Oyundan daha çok aklımda kalanlar, 4-0’dan sonra kazanılan penaltıda çılgınca kendinden geçen ve yarım metre yanımızdaki Arsenal taraftarlarına yaptığı hareketleriyle rakibi skordan şüphe duymaya iten önümdeki abi ve stattan daha sonra çıktığımız için tribünler tamamen bize aitken Galatasaraylıların büyük bir keyifle on dakikaya yakın yaptıkları ve teorik olarak anadilim olması bakımından anlamam gereken ancak tek bir kelimesini bile anlamadığım ve bu yüzden şakasını yapmak istediğimde bunu bile yapamadığım tezahürat. Bir de o gün tribünlerdeki olaylar karşısında polislerin hiçbir şey yapmaması ve yalnızca fotoğraf çekmelerinden bahsetmek gerek. Daha sonraları bu resimler Türkiye’de bir gazetede yayınlandığında annemin aranan kişilerden birinin resminin ben olduğuma kesin inanarak bu elim haberi bana alıştırarak vermeye çalışması da artık yalnızca gülümseten bir anı.
Günler geçip giderken artık eşim ile başımızı sokacağımız bir eve ihtiyacımız geçiştirilemez durumda. Londra’da gelişmekte olan bir sektör olan öğrenci yurtlarının eşlerden birinin öğrenci olmadığı durumda oda vermemesi, oda verme imkânı olan “lüks” öğrenci yurtlarının ise bunun karşılığında ortalama bir premier lig futbolcusunun bonservisini istemesi işleri kolaylaştırmıyor. Tam bu sırada Caledonian Road’daki yurtta kalan arkadaşım karşısındaki emlakçıya gidip bilgi ve randevu alıyor ve bana büyük bir iyilik yapmış oluyor. O güne kadar hiç duymadığım Riversdale Road’da bir evi görmek için gün ve saat belirliyoruz. Adrese giderken bindiğim otobüste birkaç gün önce yürüyerek geçtiğim sokakları görüyorum, ana cadde üzerinde sıkça “Arsenal Football Club” tabelaları var. Sokaklardaki park işaretlerinde mutlaka maç günlerine ilişkin ayrıca uyarılar yer alıyor. Gunners isimli market de var, manav da var, pub da var. Evi görüş saati geldiğinde kapıda bir başka genç adam daha dikiliyor, Kibar Feyzo’da askerden dönen Feyzo ve Bilo gibiyiz, ikimiz de Gülo’yu istiyoruz. Sistemdeki Maho Ağa emlakçı, Hacı Hüso da rahmetli İhsan Yüce’den çok daha sevimli bir insan olan Yunanlı ev sahibimiz Eleni2. Kendimizi tanıtıyor, küçük ve ölçülü şakalar yapıyoruz. Ev dünyanın en güzel evi değil belki ama yaşanabilir daha önemlisi elde edilebilir durumda. Polonyalı rakibime göre son derece atik davranarak ertesi sabah emlakçının açılış saatinden önce orada oluyor, güneşli gibi görünen havada Londra ayazının tadına varıyor ve evi kapıyorum. Yürüyerek Highbury’ye 5, Emirates’e 10 dakika mesafede olan Gülo artık bizimdir.
İngiltere’de hep tuttuğum bir takım yoktur ama ne zaman tutacak olduysam o takım Arsenal olmuştur. Bunda Hornby ve Fever Pitch’in de etkisi vardır, bir Beşiktaş taraftarı olarak doğal müttefikim olarak görmem gereken Liverpool’u hiçbir zaman sevememiş olmamın da (evet sana bakıyorum Luis Garcia) ama hepsinden önemlisi yüzde 66 ihtimalle3 en sevdiğim üç futbolcudan biri olan Bergkamp’ın en güzel yıllarını Highbury’de, kendisi gibi önce estetik peşinde koşan adamlarla geçirmiş olmasıdır. Highbury demişken de bu stattan biraz bahsetmekte fayda var. Yolunuz bir şekilde Londra’ya düşerse ve metroyla Arsenal semtine gelirseniz (bu ikinci olasılık için hayatın olağan akışı pek yardımcı olmayacaktır) çıktığınızda 250 metre kadar yürüdükten sonra sağa dönün, elli metre kadar daha ilerledikten sonra sağınıza bakın; futbola meraklıysanız Levent Özçelik, Murat Kosova, Okay Karacan gibi spikerlerden defalarca duyup gözünüzde büyüttüğünüz Highbury Park’ın Doğu Tribününü görüp hüzünlenecek ve bu muymuş diye düşüneceksiniz. Ayrancı ya da Mecidiyeköy’de ince bir sokak ve büyükçe bir otel hayal edin; Winterburn’un önünde Overmars ile paylaştığı sol kanat orası işte. Bugün efsanevi saat tribünü ve kuzey tribünü yıkılmış, doğu ve batı tribünlerinin duvarları korunarak bir rezidans projesine çevrilmiş durumda. Rezidans derken de öyle çok görkemli bir proje hayal etmeyin, Highbury Square Londra’ya deniz getirmiyor, etraftaki eski Viktoryen tarzdaki iki katlı, küçük bahçeli evlerden farklı olarak apartman olarak tasarlanmış bir yapıdan bahsediyoruz yalnızca. İşte 100 metreye 67 metrelik o sahada4 Pires, Ljungberg, Henry, Fabregas, Reyes, Bergkamp, Vieira ve diğerleri, yaratıcı ve güzel futbolun ne olduğunu, üstelik hiç kaybetmeyerek cümle aleme göstermişlerdi. O takımın oynadığı futbolun güzelliği, az önceki isimlerin büyüklüğü East Stand’in önünden geçen Avenell Road’un darlığıyla o kadar büyük tezat oluşturuyor ki insan 19 Mayıs’ta neler yapılabileceğini hayal ediyor ama hayaller ve hayatlar üzerine bildiğiniz gibi son zamanlarda pek çok şey söyleniyor.
Sezon boyunca Premier Lig’le çok yakından ilgilendiğimi söyleyemem ama her hafta neler olduğundan genellikle haberdarım. Mourinho ve aşırı etkili takımı, şubat gibi herkese kendisinin şampiyon olacağını bilinçaltı düzeyinde kabul ettiriyor. Sezon başındaki Costa formu yok belki ama Fabregas, John Stockton ayarında asist yapıyor, Hazard, Hercule Poirot’dan sonra İngiltere’de kendini en çok kabul ettiren Belçikalı haline geliyor ve maviler durdurulamıyorlar. Eksantrik Hollandalı Van Gaal ile United garip bir sezon geçiriyor ama özetle ihmal edilebilirler, City de zaman zaman form yakalasa da hiçbir zaman gerçek bir şampiyonluk adayı profili sergilemiyor. Liverpool ise geçen sezonun son haftasının travmasını atlatamamışa benziyor, onların en büyük hikâyeleri Gerrard’ın ayrılıyor olması, bir de Raheem Sterling ve menajerinin, herhangi bir düşünce sisteminde anlam içermeyen garip sözleşme talepleri var işte. Beşiktaş’a elenerek yaşattıkları kısa süreli mutluluk bizim için bir teselli ama onlar için ne anlam ifade ediyor, bilinmez. Arsenal ise yine sakatlıklarla uğraşıyor, sezon boyu Alexis’in istikrarlı bir ortağı bulunamıyor. Yine de ligin son bölümünde başta Ramsey olmak üzere sakatların da dönüşüyle güzel bir form yakalanıyor hatta Chelsea de birkaç beraberlik alınca üç puanlı sistem ve her maçı kazanırsak neden şampiyon olmayalım temalı hesaplar bile kısa süreli de olsa tedavüle sokuluyor ama filmin sonucu belli. Bana enteresan gelen, İngilizlerin bizde düşünüldüğü kadar futbolla yatıp kalkmamaları. Evet, maç günü semtteki sokağa seyyar satıcılar geliyor, atkı, forma, rozet her türlü hatıra satışı yapılıyor, sokak maç köftesi ve sosisli kokularına boğuluyor, takım pubları dolup taşıyor, maçtan önceki ve sonraki yarım saatte metroda bir hareketlilik oluyor ama hepsi bu. Futbol maç günü yaşanan ve tüketilen, bir sonraki maç gününe kadar unuttuğunuz zevkli bir uğraş sadece, her gün yaşadığınız, kimliğinizin bir parçası haline gelen bir saplantı değil. Bir de “Match of The Day” var, cumartesi akşamları yayınlanan bir nevi Spor Stüdyosu. 1964’den beri yayınlanan programı 1999’dan bu yana Lineker sunuyor, tadında bir espri anlayışı ve dengeli bir yaklaşımla; kendi takımının maçından fazlasını arayanlar için adres bu, ötesinde komploların ima edildiği, bildiklerimi anlatsam ülke yıkılır iddialarının sonunun gelmediği bir platform varsa da ben denk gelmedim.
Sezon sonuna doğru artan form Arsenal için ligde mucize getirmiyorsa da FA Cup’ta takımın final oynamasına yetiyor. FA Cup diyince bir durmak lazım yalnız, ne bizim federasyon kupamızla ne de Avrupa’nın diğer ülkelerindeki benzer kupalarla kıyaslanabilecek bir şey değil bu organizasyon. 1871’den beri devam eden bir adetten söz ediyoruz ve İngiltere’ye dair romantizmi yapılabilecek tek konu bu zaten; geleneklere bağlılık. Kraliyet ailesine duyulan aidiyet, trafiğin sağdan akması ya da kibar bir alaycılık kadar İngilizlere mahsus bir hadise, sezonun son cumartesisi oynanan FA Cup finali5. Finalin oynanacağı hafta semtin sokaklarında hafif bir heyecan gözlemlemek mümkün. Camlara final maçının o dükkanda da izlenebileceğine dair afişler asılırken Lineker, “On the Road to FA Cup Glory” adında bir belgeselle bu kupanın İngilizler için büyüsünü anlatmaya çalışıyor. Kendini at yetiştiriciliğine vermiş Owen’ın kariyerindeki en önemli an olarak iki gol attığı 2001 finalini göstermesi (ki aynı sene UEFA Kupasını da kazanmışlardı), Ian Wright’ın 1990 finalinde oyuna yedek başlamasından duyduğu hayal kırıklığını anlatırken o günü tekrar yaşaması gibi insanı etkileyen görüntüler var ama bunların hiçbiri neden bu kadar önemli sorusunu bir yabancı için yanıtlamaya yetmiyor. Bu saatten sonra anlamaya da çalışmıyorum, İngilizler için sezonun son cumartesisi lig şampiyonluğu dışında hiçbir şeyle değişilmeyecek (belki milli takımla Dünya Şampiyonluğu rekabet edebilir ama o da uzun süredir gerçekçi bir hedef değil) derecede önemli, nokta. Maç güneşin yüzünü cömertçe gösterdiği nadir günlerden birinde oynanıyor. 17:30’daki başlama vuruşundan saatler önce semtin ana caddesi formalı ve bayraklı insanlarla doluyor, son derece dostane hareket eden polis eşliğinde şarkılar söyleniyor. Derbiler dâhil sezonun herhangi bir gününde bir saat önce gelip rahatlıkla girilebilen ve iki saat kadar önce girip maçı orada izleriz diye düşündüğümüz Gunners Pub’ın önünde yaklaşık üç saat önce kuyruk var. Bunun dışında, statta da dev ekrandan yayın var ve onun biletleri de tamamen tükenmiş durumda. Yine de ikinci tercihimiz sayılabilecek, evin tam karşısındaki Friendship Bank’te yer buluyoruz ve insanların maçın başlamasına uzun süre olduğu için bahçede oturmalarından faydalanarak iki televizyonu birden görebilecek stratejik bir noktaya konuşlanıyoruz.
Maça yarım saat kala bahçe boşalmaya ve insanlar içeri gelmeye başlıyorlar. Tezahüratlarını merak ediyorum ve birkaç dakika içinde o gün bitene kadar duyacağımız eser icra edilmeye başlanıyor, önce kalabalıktan yüksek ve kalın sesli bir delikanlı bağırıyor: Whaddya think of Tottenham? Kalabalık cevap veriyor: S**t. Delikanlı tekrar souyor: Whaddya think of s**t? Kalabalık: Tottenham. –Thank you (yukarıda bahsettiğim İngiliz kibarlığı). –That’s all right. Daha sonra üç kere hep birlikte; we hate Tottenham and we hate Tottenham, son olarak eğer anlamayan kaldıysa we are Tottenham haters denerek tezahürat sonlandırılıyor6. Nadiren Santi Cazorla’nın adının söylenmesi ve kornerlerde ileri çıkan Mertesacker görüldüğünde kabaca “çam yarması bir Almanımız var, yaşasın” anlamına gelebilecek tezahürat dışında dönüp geldiğimiz nokta sürekli olarak diğer kuzey Londra takımına yönelik sevgi gösterisi oluyor. Özellikle tam önümüzdeki arkadaş 10-20 saniyelik tüm sessizlikleri insanların Tottenham hakkındaki fikirlerini sormak için bir fırsat olarak görüyor, her defasında başarılı olduğu söylenemez ama anketini yeteri kadar çok defa yapabiliyor. Sahada ise sezonun en iyi oyunlarından birini oynayan bir Arsenal ve varlık gösteremeyen bir Aston Villa var, ardı ardına gelen ataklar sonunda, o gün ne yapacağı asla kestirilemeyen Walcott’un golü eşitliği bozuyor. O anda ortamdaki sesi tarif etmem mümkün değil, bilgisayar oyunlarında çıkan sesi çok büyük bir uyumla, aynı anda ve aşırı yüksek sesle çıkartıyoruz, kulaklar birkaç dakikalığına emekliye ayrılıyor. İkinci yarı da aynı şekilde oynanıyor ve net skor unvanını en çok hak eden sonuç olan 4-0 ile kupa bizim semtin oluyor 12. defa, bir rütbeye denk gelmiyor belki ama Arsenal böylece Manchester United’ın önüne geçip bu kupayı en çok kazanan takım oluyor.
Maç sonrasında sokaklar bira kutularıyla ve şişeleriyle dolup taşıyor, o akşamüstü açıklanmayan bir muafiyet var çevre kirliliğini yasaklayan her türlü düzenlemeden. Üçerli beşerli erkek grupları oldukça sarhoş ve amaçsızca dolanıyorlar sokaklarda. Arsenal durağı çok yoğundur diye düşünerek gittiğimiz Finsbury Park durağında da durum farklı değil. Metroyu beklerken de metroda giderken de Tottenham konulu tezahürat yankılanmaya devam ediyor. Ne Arsenal için Tottenham’ın bu kadar büyük bir rakip olduğunun farkındaydım o güne kadar ne de tezahürat konusunda bu kadar fakir olduklarının. Gününde bir Türk taraftar grubunun geniş repertuarıyla İngilizleri kendine hayran bırakacağına şüphe yok. Ertesi gün bir de semtin içinden kupayla geçiyor takım, bir önceki güne göre mahmur bir coşku var sokaklarda.
1 Haziran 2015, Pazartesi. Akademik yıl da futbol sezonu da geride kaldı. Şimdi sahne artık transfer dedikodularının ki bazı taraftarlar için normal sezondan daha eğlenceli bir dönem. Dönüş tarihimiz çok yakın olmasa da artık yolculuk psikolojisi sindi üzerimize, yardımcı hakem 6 dakika gösterdi ama uzatmalar yine de başladı. Garip bir hüzün egemen ama şairin dediği gibi hüzündür bize en çok yakışan…
[1] Günü verimli geçirmek için neler yapmalıyız, planlama nedir gibi konuların tartışıldığı metinlerde sıkça yer alan bir ifade, yapılması zor ve mecburi olan şeylerin erkenden halledilip güne hızlı ve etkin bir başlangıç yapılmasını tavsiye ediyor uzmanlar. Kastettikleri önemli şeyler arasında maça gitmenin yer aldığını düşünmek biraz iddialı ama dünyayı iyimserler kurtaracak.
[2] Türk insanlarının hikâyelerine giren Yunanlı sevimli kadın figürünün adının Eleni olması demek yalnızca zayıf hayal gücü olan yazar kaynaklı değilmiş.
[3] En sevdiğim futbolcunun Baggio olduğunu biliyorum ama Bergkamp, Laudrup ve Pirlo arasında bir sıralama yapamıyor ve sözü olasılık hesaplarına bırakıyorum.
[4] Kurallara göre bir futbol sahasının uzunluğu 90 ile 120 metre, genişliği 45 ile 90 metre arasında olmak zorunda. Highbury’nin sahası gerçekten küçüktü ve belki de Vieira’nın bacakları bu yüzden o kadar uzun görünüyordu.
[5] Bunun tek istisnası iki sene önce ligin son maçından önce oynanan Wigan- Manchester City finali. Bu maçı kazanmalarına rağmen ligden düşen Wiganlılara göre final maçı her zamanki gibi sezonun son maçı olarak oynansaydı bu kötü sonu yaşamayabilirlerdi.
[6] Tezahüratın sonunda bir de “yiddos” deniyor aslında. Tottenham Yahudilerin yerleşik olduğu bir bölge olduğu için onlara yönelik aşağılayıcı bir ifade. Let’s kick racism out of football!