İlk fikri en günahsız olanımız attı. Fondaki albüm Sixto Rodriguez’in Cold Fact’iydi ve memleketin en zarif edebiyatçılarından biri, sanki sık sık böyle akıllar verir, proje uydurur gibi ama daha çok da hiç çıkmak istemediği evinden bize ilham getirmiş gibi, gelişine, bekletmeden sordu: “Neden bir dergi çıkarmıyorsunuz?” Devir, dergi devri değil. Memlekette spor, spor değil. 140 karakterden uzun bir şey okuyanı müzayedeye koyuyorlar. Kitap okurunu ara ki bulasın… Dergi mi çıkaralım? Şaka mı bu?
Görüntü bulansın. Geçmişe gidelim. İki yıl önce bir grup spor insanı toplandık. Derdimiz bir şeyler yapmak. Ne olduğunu bilmeden ama ne olmayacağını görerek. Aklımıza düşenleri not almaya başladık. Olduramasak da, yazdıramasak da, tutturamasak da iki yıl boyunca sürekli denedik. Bir şey çıkmadı…
Sonra bir baktık, etrafımızda aynı makamdan çalan bir sürü genç insan var. Afrika liglerinin oyuncu yetiştirme kültürünü emperyalizm üzerinden okuyan mı istersin, Usain Bolt’un doğduğu mahalleyi Yaşar Kemal’in Çukurovası gibi betimleyeni mi?.. Metin Erksan filmlerinden yola çıkıp İtalya futbolu analizi yapan mı, Tom Waits’in albüm kapağından yazı spotu yaratanlar, Monet çizimlerinden kulüp arması türetenler mi?.. Sadece bu olsa neyse; bir de Bülent Eken’i görünce önünü ilikleyen, efsane İTÜ takımından, Muharrem Gülergin’in akıl almaz hayatından haberdar olanlar çıkmaz mı?.. Gencecik insanlar, ışıltılı özgeçmişleriyle ‘biznıs’ dünyasına girmek yerine spor gazetecisi olma hevesindeler. Bir değil, on değiller. Dil biliyorlar, tarz biliyorlar, okuyorlar, yazıyorlar ve giderek artıyorlar. Yetenek fışkırıyor ama yatağını bulamıyor…
Bir+Bir dergisi çıktı. İçerik nefis, ama bizim camiada herkes birbirine aynı şeyi gösteriyor. Thuram Afrika antropolojisi üzerine konuşmuş. Cantona resim sergisi açmış. Nereden geliyor bu yazılar? So Foot’tan. Fransızca bilen bilmeyen herkes dergiyi radarına alıyor. Sonra ekibin ‘Huysuz Şirin’i, her zamanki gibi memnuniyetsiz haliyle elindeki dergiyi gösterdi: “Siz asıl bunu gördünüz mü?” Görmemiştik. 8by8’miş adı. Tasarım albümü zannettik, futbol dergisi çıktı. Derken Berlin’de birimizin yolu 11 Freunde’yle kesişti. “Güzel yazılar yazmak istiyoruz, güncele takılmak istemiyoruz, 15 bin satsak kârdır, diye yola çıktık. Şimdi 100 bini aştık” demesinler mi? Sonra İspanya’da klasik müzik bestecilerine futbolun seslerini soran Libero’yu gördük, The Blizzard’daki yazıları okurken saatler harcadık, Howler’dan sayfalar kesip poster yaptık. Ve bir anda uyandık: Dünyada spor dergiciliği yeni bir kulvar bulmuş, yükleniyor da yükleniyor. Heveslendik. En azından okumaya. Sonra dedik ki: Bu memleket Hayat Spor’u, Gelişim Spor’u, Fast Break’i, Meşin Yuvarlak’ı, Radikal Futbol’u görmedi mi? Batı’nın ‘iyi yanlarını’ alıp memleket geleneğini sentezleme fikri her ‘jöntürk’ gibi bizim de aklımıza yatmaya başladı. Okuduk, araştırdık, yazdık. Öylesine…
Sonra işte o gün, hani evde bangır bangır Rodriguez çalarken, baştaki o yazar geldi ve dedi ki “Dergi çıkarın!” Sakallıydı ama kirli. Akıllıydı ama yarı-deli. Eskilerde kalmıştı ama duru. Asası da yoktu. Ama oldu. Bir araya geldik ve dedik ki yapalım. N’apıp edip, yapalım. Madem fikri duyan herkesin içi bir hoş oluyor, madem dünyada bir dolu sevdiğimiz makamda dergi fışkırıyor, biz de kafayı kıralım. Onca projenin hiçbiri varsın, olmasın. Ama bu olsun. Olduğu kadar değil, tam olsun. ‘Şampiyon’ olmasın, ama şık olsun, bir tarzı, etkisi olsun. Hiçbir şey olmuyorsa, tarihe not düşmüş olsun. 1982 Brezilya’sı gibi. Socrates gibi.
Değişik zamanlarda, değişik insanlarla, değişik ortamlarda yaşanan tüm bu an(ı)ların, bu dergide emeği büyük. Ama bazılarının emeği paha biçilemez. Başta, ama en başta bu projeye inanan Can Öz ve tüm Can Yayınları ekibi… Öylesine bir teşekkür değil bu. Bu dergi; mali işleri, yayın yönetmeni, editöryel ekibi, dağıtımcısı, matbaası, bilişimcisiyle birlikte hepimizin eseridir. Olmasalardı, olmazdık.
Ogan Çaylayık’ın da emeğini unutmayacağız. Maliyetli iş yapıyoruz, malum. Reklamsız ayakta durulmuyor. O olmasaydı, bu işe girişecek cesaretimiz olmazdı. Kendimizi de, herkesi de onun sayesinde ikna ettik. İlk sayıda bizlere nefes aldırdı.
Bu işin yarısı tasarım. Bizi de en cezbeden yanlarından biri. N’apıp edip ‘artistik’ bir şeyler yapmak istiyorduk. TBWA\İstanbul geldi ve dedi ki ‘bambaşka’ bir şey yapalım. Kreatif direktörlerimiz Volkan Karakaşoğlu ve Hüseyin Sandık, yanlarına görsel yönetmenimiz Oya Çitçi’yi de alıp öyle bir iş çıkardılar ki, aramızdan birinin cümleleri durumu çok güzel özetliyor: “Üzerinde adımın yazılı olduğu en güzel şey bu galiba.”
Söylemesi ayıp, bir de çok değerli yayın kurulumuz var. Ama öyle kağıt üstünde değil. En zoru, bu dergiyi onlara beğendirebilmek oldu.
Aslında bu yazıyı Genel Yayın Yönetmeni Caner Eler yazmalıydı. Hiç ukalalığa dönüşmeyen tatlı bilgeliği ve hiç üşenmeden bilene de bilmeyene de aynı durulukla anlatma enerjisiyle; bu memlekette spor gazeteciliğinin en aydınlık yüzlerinden biri olarak, bunu en çok o hak ediyordu. Ama bu yazıyı o yazsa, çıkıp kendini anlatmayacaktı. Bu işi birinin üstlenmesi gerekiyor. Açık ve net söyleyeyim. Dünyanın herhangi bir köşesinde onun hayatını yaşayan ve sonrasında hâlâ bu kadar iyimser olan, daha da önemlisi başardıklarının yarısına ulaşan birinin her kelamından kitap çıkar, o da yok satar. Bu derginin futbol değil de spor dergisi olmasının nedeni odur. Öyle hikâyelerle kafamızı bulandırdı ki direnemedik. Ekibin kaptanıdır. Dergi onun izini sürse yeter de artar.
Neden mi Socrates? İspanya’da birileri sırf klas bir penaltı uğruna dergisine elin Çekoslovağını isim babası yapıyor ve Panenka koyuyorsa, bu sayıda da göreceğiniz gibi yaklaştığımız her kahraman, aynadakinin aksine yaklaştıkça küçülüyorsa, memlekette her esin kaynağı insan/söz/deyim zamanla yerle bir ediliyorsa… Oynarken de, konuşurken de, yazarken de, yaşarken de, hatta ölürken de farklı bir adam olan Socrates neden isim babamız olmasın? ‘Democracia’sıyla, ’11 Vote’siyle, 1982’deki takımıyla, yazar gibi yaşadıklarıyla ama en çok da adıyla. Antik Yunan’daki isim babasını siyasetbilimciler pek sevmez. Haklılar da… Ama biz şu lafını sevdik: “Değişim eskiyle kavga ederek değil, ‘yeni’yi yaratarak gerçekleşir.” O yüzden dedik ki Socrates olsun. İdeallerimizin peşinde koşalım. Yeni bir şey yapalım. Deplasmanda gol atalım. Salyangoz satalım. Ama bu memleketin okuyan, düşünen, yazan, seyreden, oynayan insanlarıyla birlikte başaralım da. Bu kör dövüşü içinde nefes almak isteyen her okur, her sporsever, her kurum için, futbolun domine etmediği kendi halinde bir ‘sayfiye yeri’ neden olmasın?..
O kadar olmazı oldurmuşken bari son söz de Socrates’in olsun:
“Bazen düşünüyorum da, acaba futbolun yarattığı cazibeyi insanlık için müspet bir nedene çevirebilir miyiz? Sonuçta ikisinin de ortak yanı aynı: Dünya da, top da yuvarlaktır.”
B.E