7 Nisan 2010, Manchester. Çalkantılı başlayan bir sezonda işleri nihayet rayına sokmuş gözüken Bayern Münih, çeyrek final rövanşı için şehre geliyor. İlk maçın uzatma anlarında Ivica Olic’in attığı golün yarattığı hayal kırıklığı esnasında sekerek kenara gelen Wayne Rooney imajı hâlâ capcanlı. Sir Alex Ferguson hafta boyunca basına takımının ikame edilmesi en zor oyuncusunun rövanşta forma giymesinin mümkün gözükmediğini söylüyor; buna bazıları inanıyor, bazıları omuz silkiyor.
Bayern ise ilk maçta cezası nedeniyle oynayamayan Bastian Schweinsteiger’e bu maçta kavuşacak. Louis van Gaal’in oynama ihtimalini yüzde 75 olarak belirlediği vatandaşı Arjen Robben de ilk maçta Hamit Altıntop’a bıraktığı sağ kanadı geri alıyor. Fakat onbirler açıklandığında United taraftarlarının ilgilendiği tek bir şey var: Rooney oynuyor.
Gruptan Juventus’a Torino’da dört gol atarak görkemli bir şekilde çıksa da Van Gaal’in ilk sezonundaki Bayern’in, doksanlı yılların sonunda yarattığına benzer bir saygı halesine erişmek için daha uzunca bir yolu vardı. Bordeaux’ya kendi evlerinde 2-0 kaybettiklerinde, Der Spiegel dergisi ‘FC Durchschnitt München’ (FC Ortalama Münih) adını layık gördüğü takım hakkında uzunca bir makale yayınlamıştı. Van Gaal her zaman olduğu gibi kadroya imzasını atmak için vakit kaybetmemiş, ilk iş olarak kaptan Lucio’nun takımdan gönderilmesini istemişti. Daniel van Buyten’in kenarda oturmak için fazla iyi olduğunu düşünüyordu, stoper ikilisini bulmuştu. Michael Rensing ve kırılgan psikolojisini kızağa çekip eldivenleri deneyimli Hans-Jörg Butt’a emanet etmişti. Ardından yönetimin kiraya göndermeye hazırlandığı Thomas Müller ve Holger Badstuber’e rotasyonda yer vereceğini açıklayacak, Müller ilk onbire yükselip Alman futbolseverleri ihya etmeye başladığında gelen övgüleri çok fazla umursamayacaktı: “Seedorf’u 16 yaşındayken sahaya sürenin ben olduğumu biliyorsunuz, değil mi? Ne olmasını bekliyordunuz?” Son hamle ise Klinsmann, Löw ve Hitzfeld’in sağ çizgiye yakın kullanmayı tercih ettiği Schweinsteiger’i merkeze çekmek, saha içi ve saha dışı karakterini yeniden tanımlamaktı.
Old Trafford sakinleri ikna olmamıştı, Rooney sahadayken turu Bayern’e kaptıracaklarını akıllarından geçirmiyorlardı. Nitekim henüz 3. dakikada Darron Gibson’ın şutunda çuvallayan Butt topu ağlarından çıkarıyor, birkaç dakika sonra da Antonio Valencia genç Badstuber’in savunduğu kanatta bulduğu madeni ilk kez işliyor ve arka direkteki Nani’ye golü attırıyordu. Takım yaptığı başlangıçla taraftarlarının güvenini onaylamış, prematüre kutlamaları başlatmıştı.
İlk yarım saatten sonra Van Gaal’in öğrencileri oyunun iplerini eline aldığında pek aldırış eden olmadı. United fazla direnç göstermemiş, Allianz Arena’daki edilgen görüntüsüne dönmüştü. Bayern merkezde bir oyuncu eksik bulundurmasına rağmen oyuna hükmetmeyi beceriyordu. United formasıyla son elit performansını gösteren Valencia’nın hazırladığı ikinci Nani golü yardıma yetişiyor, endişeye gerek olmadığını söylüyordu. Artık Bayern’in tura tutunmak için iki gole ihtiyacı vardı.
Olic’in devrenin sonuna sıkıştırdığı gol, Bayern’in verdiği ilk nabız oldu. Rüyalar Tiyatrosu’nda hiç eksik olmayan drama ise ikinci yarıda sahneyi ziyaret edecekti, bu kez sakar bir Brezilyalı suretinde. 50. dakikada Rafael’in ikinci sarıdan atılmasıyla United on kişi kaldı. Beş dakika sonra Rooney’nin sargılı dizi ‘benden bu kadar’ dedi. Onca şeyin ardından, Bayern yarı finale Robben’in sol ayağından çıkacak sihirli bir vole uzaklığındaydı.
***
“Eksik kalmasaydık turu geçmeleri mümkün değildi. Genç adamın tecrübesizlik ettiğine şüphe yok. Ancak onu oyundan attıran Bayern oyuncularıydı. Hakemin üzerine üşüştüler ve ikinci sarı kartı çıkarmaya zorladılar: Tipik Almanlar! Her zaman böyleydiler, her zaman böyle olacaklar.”
2010’daki eşleşme bugün Robben’in gerçeküstü golünden çok, Ferguson’ın basın toplantısındaki bu sözleriyle hatırlanıyor. Bununla birlikte yalnızca beş yıl içinde Old Trafford’da yaşanan dekadansın azametini hissettiren güçlü bir örneğe de dönüşebilir. O günün United formalı kahramanı Nani ve anti-kahramanı Rafael, önümüzdeki sezon Old Trafford’dan uzakta olacaklar.
“Nani’de beni cezbeden, sürati, gücü, hava hakimiyeti ve her iki ayağını da kullanabilmesiydi. Aradığımız tüm bireysel yetenekler karşımızda duruyordu. Geriye o meşhur soru kalıyordu: Saha dışında nasıl bir çocuk? Cevap: İyi bir çocuk, sessiz bir karakter. İngilizceyi iyi düzeyde konuşuyor. Sporting’de hiçbir sorun çıkarmadığını ve antrenmanlarda mükemmel olduğunu öğrendik. Tanrım, ne kadar fit bir çocuktu! Atletik performans testlerindeki dereceleri her zaman rakipsizdi. Bunun yanında bir jimnastikçinin vücuduna sahipti. Sonuç olarak, elimizde hayal ettiğimiz temel parçacıkların hepsi vardı. Bir an önce üzerinde çalışmaya başlamalıydık. Carlos Queiroz ile David Gill hemen Portekiz’e uçtular ve aynı gün içinde hem Anderson’un hem Nani’nin transferini bitirdiler.”
Bugünlerde Nani’yi övmek çok popüler değil, biraz cesaret gerektiriyor. Onu Ferguson’ın 2013’te yazdığı otobiyografisinde övdüğü gibi övdüğünüzde, kötü kararları, istikrarsızlığı, aptalca hataları yücelttiğiniz düşünülüyor. Aptallığa övgü. Van Gaal ona sınırlı bir rol vermektense, yüksek aylık ücretlerini ödemeye devam edecekleri bir formülle Sporting’e kiralanmasını yeğlediğinde çok fazla tepki çekmiyor. Valencia hiçbir zaman uyum sağlayamadığı sağ bekte yaptığı bir bindirmeyi daha rakibin ayağına nişanlanan bir ortayla noktaladığında, o hafta rezerv takımla sahaya çıkmış Rafael’i hatırlayanların sayısı da fazla değil. Danny Welbeck ilk fırsatta kulüpten gönderildiğinde ise nihayet ufak çaplı bir gürültü kopuyor. Giggs ile Welbeck’in on yıl önce çekilmiş bir fotoğrafı Twitter’da dolaşıma giriyor, taraftarlar altyapının en alt kademesinden milli takıma kadar yükselişine tanıklık ettikleri oyuncunun gidişini hazmedemeyeceklerini ilan ediyorlar. “Kolay olmayacak, unutmak için Falcao’dan en azından bir hat-trick görmeliyiz.”
Van Gaal’in kararlarının gördüğü kabulü nasıl açıklayabiliriz? Çünkü bugünün futbol eleştirmenleri de Van Gaal’in sevdiği oyuncuları seviyor, sevmediklerine tahammül edemiyor. Sahada hiçbir zaman tahmin edilebilir olmayan Nani, Rafael, Welbeck gibi oyuncular işlerini zorlaştırdığı için değil, oyunun doğrularını –ya da doğru oyunu– Van Gaal’in kitabından kopyaladıkları –ya da kopyalayanlar tarafından ikna edildikleri– için.
***
“Neden futbol orada bu kadar güzel oynanıyor, taraftarlar takımlarını koşulsuz destekliyor, maçlar son derece çekişmeli geçiyor? Fransa’da takımların kendilerine has bir oyun tarzları yok. Çalıştıran antrenöre göre değişiyor. İngiltere’de ise Liverpool taraftarı, Liverpool’un tarzını beğendiği için taraftardır. Antrenörler de buna uymak zorundadır ve zaten takımın stiline uyacak antrenörler seçilir. Esasında, mesela Fransa’da kimse taraftarı olduğu takımı neden tuttuğunu bilmez. Belki belli bir zamanda o takım başarılı olduğu içindir. Halbuki elli yıl önceki Manchester’la bugünkünü karşılaştırın, oyuncular farklı, fakat oyun stili aynı. Manchester’ı kırmızı değil de, pembe formayla oynatın, hemen hangi takım olduğunu anlarsınız. Hollanda’da Ajax gibi. Yetmişlerde de var olan ve kendilerine has tarzları hala sürüyor. Niye o takımı tutuyorsunuz? Çünkü çocukken gördüğünüz oyun tarzına tutulmuşsunuz.”
Philippe Auclair’in 2009’da yayımlanan Eric Cantona biyografisinden bir alıntı. Van Gaal bu paragrafı sizce ne kadar ciddiye alırdı? Ferguson? Geçen yaz, otobiyografisinin yeni baskısı hazırlanırken Ferguson yalnızca birkaç değişiklik yapmak istemişti. Bunlardan biri de yöneticiler tarafından takımı West Ham geleneğine yakışan bir şekilde oynatması için uyarılan arkadaşı Sam Allardyce’a destek çıkmak için, hiç lüzumu yokken, eklediği bir bölümdü: “Umuyorum ki, ölmeden önce birileri bana şu ‘West Ham Yolu’ dediklerinin ne olduğunu açıklayabilir. Hayatım boyunca oyun stiliyle beni korkuya sürükleyen bir West Ham takımı gördüğümü hatırlamıyorum. Sahada küme düşmemeye oynadığını hissettiren ve bize karşı her zaman şansı yaver giden bir takım hatırlıyorum. Sam’i çok iyi anlıyorum, West Ham’in başına geçerek kendini kazanamayacağı bir oyuna soktu. Ancak gerçek şu ki, o vasat oyuncularla takımı kümede tutmayı başaran da oydu.”
Cantona’nın ve West Ham yöneticilerinin bahsettikleri şey aslında bir mitten ibaret mi? Belki de öyledir. Manchester’ın merkezinde, Londra’nın doğusunda ya da İstanbul’un batısındaki taraftarların, ‘kıyafetler için tezahürat eden insanlar’ gibi hissetmemeleri için yaratılmış yüzlerce farklı masal. Münih hava faciasından önce oynanan son maçın, 5-4 kazanılan Arsenal maçının hikâyesini Bobby Charlton’dan duyduğumuz şekliyle anlatmamız da işe yaramayacak.
***
Van Gaal’in Ajax’taki çalışma odasının duvarında asılı şu sözü duymuşsunuzdur: “Kalite, tesadüfün ortadan kaldırılmasıdır.” Kendi emeğiyle inşa ettiği Herrera-Schweinsteiger-Schneiderlin üçgeni, tıpkı istediği gibi, rastlantısallığa çok fazla yer bırakmayan, soy gazlar kadar kararlı bir yapı vadediyor. Belki de Butt-Keane-Scholes üçgeninden bile daha stabil. Van Gaal’in doğrularına göre futbol oynamak için bu stabil üçgenlere ihtiyaç var. David De Gea’nın ayrılığının kaçınılmaz olduğunu düşünürsek, gerideki üçgeni kurmak için acele etmeli. İlerideki üçgen içinse her zaman Ed Woodward’a güvenebilir; sansasyonel bir transfer olanağı doğduğunda hemen orada bitecek. Gill’in ayrılması sonrası onun yetkilerini devralan Woodward, başarı için Real Madrid Yolu’na inananlardan.
Gerçekçi ya da masalsı, futbolda sizi başarıya götürecek yüzlerce Yol var. Başka birçok şeyde olduğu gibi.
2010’da Van Gaal yönetimindeki Bayern sezonu dubleyle noktaladı. Şampiyonlar Ligi’nde ise United’dan sonra Lyon’u da eleyerek finale yükseldiler, kazanan Mourinho Yolu oldu. Van Gaal o takımla ilgili “Kariyerim boyunca oyuncuların böylesine ezici bir çoğunluğunun felsefeme inandığına tanık olmamıştım” diyordu. Bununla birlikte, üçüncü kupayı da alsa kendi saflarına çekemeyeceğini bildiği birinin varlığından haberdardı. Uli Hoeneß hiçbir zaman Van Gaal Yolu ile kazanan bir Bayern görmeye katlanamayacaktı, ona boşuna “Bay Bayern” demiyorlardı.
Van Gaal kariyerinin alacakaranlığında onun yoluna koşulsuzca teslim olan yeni bir ‘süper kulüp’ bulduğu için şanslı. United’ın Van Gaal Yolu ile kazandıklarının retrospektifte nasıl görüneceğini çok merak ediyorum.