*Bu yazı, ilk olarak Socrates’in Ocak 2018 sayısında yayımlandı. Eski sayılarımıza şuradan ulaşabilirsiniz.
Derrick Rose’un dünyaya geldiği Englewood bölgesi, Chicago’nun suç oranı en yüksek noktalarından biri. Bu tür mahallelerden yetişen yeteneklerini erken kaybetmeye alışkın bir şehirde, Rose ailesi Derrick’in etrafına küçük yaşta bir koza örmeye mecburdu. Anne Brenda, sokaktaki silahlar ve uyuşturucu satıcılarına karşı kalkan görevini üstlenirken abileri Dwayne, Reggie ve Allan da Rose’un yeteneklerini kendi çıkarları için kullanmak isteyen menajerlerin ilgisini göğüslemeyi seçti.
Rose, böyle bir ortamda tamamen parkeye odaklanabildi ve 2008 NBA Draft’ının ilk sırasında, şehrinin takımı Bulls’un formasını sırtına geçirdi. Müthiş atletizmi, pozisyonu için benzeri görülmemiş bir patlayıcılıkla birleşince başarı için fazla beklemesi gerekmedi. Yılın çaylağı ödülünü önce All-Star seçimi, üçüncü sezonunda da henüz 22 yaşında ligin en genç MVP’si onuru takip etti. Birleşik Devletlerin en büyük üçüncü şehrini, Michael Jordan’dan bu yana Rose kadar heyecanlandırabilen biri olmamıştı. Etrafındaki koza büyüyor, adeta tüm şehir, koruma içgüdüsüyle evladının çevresini sarıyordu. O, hiç şüphesiz Majestelerinin ardından Chicago’yu bir kez daha, vadedilen topraklara götürecek kişiydi.
Kariyerinin zirvesindeyken dahi, Rose’un kendisini diğer en iyilerden ayıran bir özelliği vardı; etrafındakiler, onu ligin en alçakgönüllü süper yıldızı olarak tanımlıyordu. İşin özü ise şuydu: Rose, hiçbir zaman ilgiyi sevmemişti. Başlarda ilgiyi uzakta tutmak kolaydı, abileri onun için bunu severek yapıyorlardı. Ancak tüm dünyanın izlediği NBA’de, bu ilgiden kaçmak o kadar kolay değildi. MVP apoletini taktıktan sonraki sezon bile soyunma odasında onu bekleyen basın yığınını görünce, “Bu çok fazlaydı, başa çıkamadım” deyip arka kapıdan salonu terk etmeyi seçiyordu. 2012’de GQ’dan Will Leitch’e konuşan Rose, bugüne de ışık tutabilecek bir söz söylemişti: “Bu hayat, karakterime hiç uymuyor.”
Kazanmak, birçok söküğü dikmeye yardımcı olur. Ama işler yokuş aşağı gitmeye başladığında, o sökükler de bir bir su yüzüne çıkar. Rose’un zirve yolculuğu da 2012 play-o ’ları birinci turunda 76ers’a karşı oynadıkları maçta yaşadığı sol ön çapraz bağ sakatlığıyla sona erdi. Takip eden sezonun tamamını kaçırdıktan sonra, başta çapraz bağ ve menüsküs olmak üzere sakatlıklar yakasını bırakmadı. Diz sakatlıkları, atletizmi ve patlayıcılığının yanı sıra, arkasındaki koca bir şehri de alıp götürdü.
Rose’un yolu önce en büyük medya ilgisine mazhar Knicks’e, sonra da ligin en büyük yıldızı LeBron James’in yanına düştü. Tüm manşetler övgülerle doluyken dahi rahatsız olan Rose için artık her köşede eleştiriler vardı.
Tüm bunları bir arada değerlendirince, Rose’un henüz 29 yaşında emekliliği düşünmesine pek de şaşmamalı. Hangimiz, herhangi bir alanda zirveyi gördükten sonra keskin bir inişi olgunlukla karşılayabiliriz ki? İyisi mi, Rose’u da çöküşüyle değil yükselişiyle hatırlayalım. Minicik bir boşluk gördüğünde soluğu çemberde alan, bugün Russell Westbrook’la özdeşleşmiş ‘patlayıcılığın’ en istisnai örneklerini imkânsız smaçlarla taçlandıran Rose, en azından bunu hak ediyor. İkna olmayanları YouTube’a davet edebilirim. Zira orada görecekleriniz, sizi temin ederim ki bu tartışmada benim tarafımda…