Louisa Thomas’ın kaleme aldığı bu yazının orijinali, The New Yorker’da yayımlandı.
Amerika Açık kadınlar finalinin hemen ardından düzenlenen seremoni başlar başlamaz, kalabalıktan yuhalamalar yükselirken, Arthur Ashe Stadyumu’nda yükselen bu çirkin gürültü, kapanan çatıdan geri sekiyordu. Şampiyon Naomi Osaka ise şapkasını gözlerine doğru çekerek ağlamaya başlamıştı.
Serena Williams ile Amerika Açık finalinde karşılaşmak ve finali kazanmak onun en büyük hayallerinden biriydi. Tenise başlamasında Williams kardeşlerin rolü büyüktü. Aslen Haitili olan, Japonya’ya göç edip orada Osaka’nın annesiyle tanışacak olan babası Leonard Francois, 1999 Fransa Açık’ta Williams’ları izleme şansını bulmuş, Richard Williams’ın kızlarını birer “tenis harikasına” dönüştürmesinden etkilenmiş ve kızını bu yoldan götürmek istemişti. Naomi’nin oyununda ise bu etkinin emarelerine kolaylıkla rastlayabiliyoruz. Serena’nın stiline oldukça yakın bir oyun yapısı; saatte 120 mili bulan servisleri ve etkili bir forehandi var. Hatta yakın zamanda, Williams’ın çok uzun süre boyunca antrenman arkadaşı olan Sascha Bajin’i koçu olarak takımına kattı. Bajin de Williams’ın onda bıraktığı izleri görebildiğini belirtiyor; sadece vuruşlarındaki sertlikten ve oyun stillerindeki benzerlikten değil, onun büyük turnuvalarda ve platformlarda aldığı keyiften de bahsediyor.
Osaka ve Bajin, beraber çalıştıkları süre boyunca backhand’ler, ayak çabukluğu ve servis üzerine çalıştılar. Backhand’deki vuruş stilini değiştirerek o kanattan daha açılı vuruşlar çıkartmaya başladı. Ayak çabukluğunun gelişmesiyle kortta kapladığı alan genişledi ve her topun arkasına geçebiliyor. Servisindeki gelişimle birlikte topu nereye göndereceğini daha az belli etmeye başladı. Ve en önemlisi de beraber oyunun mental noktalarına odaklanıp, Osaka’nın kortta kafaca her zaman en iyisini ortaya koyabilecek rahatlığa ulaşmasını sağladılar. Kısa zamanda, oyunundaki gelişim gözle görülebiliyordu. Oyunu artık sürekli atak etmesine bağlı olmaktan çıkmıştı; savunma da yapabiliyordu. Rallilere giriyor, efor sarf ediyor ve uygun anı yakaladığında da puanı bitirebiliyordu. Momentumu yakaladığında bunu koruyabiliyordu. Baskıyı kaldırabiliyor, hatta ondan besleniyordu. Williams, onun idolüydü, ölçüsüydü. Fakat Osaka, nadir görülen biriydi: yetenekli, genç ve meydan okuyan bir yapıya sahipti.
Osaka, hazırdı ve bunu biliyordu. Maç başlamadan önce filede Williams ile buluştuklarında ona attığı duygusuz bakışlardan da görebilirdiniz. Williams da onun hazır olduğunun farkındaydı veya çabuk bir şekilde öğrenmiş oldu. Williams’ın attığı servislerde Osaka’nın yaptığı karşılama vuruşları sürekli olarak Serena’nın ayak dibine düşerken ona toparlanması ve vuruşlarında açı yaratması için zaman tanımıyordu. Baskıyı hissetmeye başlayan, Amerika Açık boyunca ilk servislerini neredeyse yüzde seksen ile bulan Serena, Osaka karşısında yüzde ellinin biraz üzerine çıkabiliyordu. Çift hatalar art arda geliyordu. Öte yandan Osaka’nın servisleri oldukça iyi durumdaydı. Bütün turnuva boyunca olduğu gibi, servisi belki de en kritik anlarda en üst düzeye çıkıyordu. Servisinde karşılaştığı beş servis kırma puanının dördünü kurtarması ise bunu destekler nitelikte. Serena’nın servisinde yakaladığı altı servis kırma şansından beşini değerlendirmeyi de başardı. Kortta da Williams’tan daha üstündü; onun vuruşlarında yakaladığı hızı, açıları ve derinliği karşılayabiliyor ve ondan daha iyi hareket ediyordu. İstatistiklerin neredeyse tamamında üstünlüğü sağlamıştı. İlk seti de 6-2 ile kazanmıştı. Bu maç öncesinde sezon boyunca ilk setini kazandığı 31 maçın tamamından galip ayrılmıştı. Yine de Williams’ın işlerin gidişatını değiştirebilecek kapasitesi olduğuna dair kimsenin kuşkusu yoktu.
Osaka dâhil herkes, bir geri dönüş ihtimalinin olduğunun farkındaydı. Hatta bu Osaka’nın hoşuna bile gidebilirdi. Stadyumda maçı izleyenler gibi, Williams’ı en iyi seviyesinde görmek istiyordu. Hayalinde bitik bir Serena’yı yenmek yoktu -ki bunu defalarca ifade etmişti. Williams’ın maça girmesini ve ateşlenmesini istiyordu; tenisin gördüğü en dominant oyuncuyla savaşmak istiyordu.
Bu maç aynı zamanda Williams’ın da hayaliydi. Geçtiğimiz yıl, kızının doğumu sonrasında hayati tehlike içeren durumlarla karşı karşıya kalmıştı. Yaşadıklarından sonra kendisini tekrar zirveye çıkarmak için odaklanmıştı ve hedefine çok yakındı. Yarı finalde Anastasija Sevastova karşısında, taktiksel açıdan mükemmele yakın bir maç oynamıştı. Rakibinin harika drop shotlarına ve spinli toplarına sürekli file önüne gelerek yanıt vermişti ve rakibini etkisiz hale getirmişti. Sadece onun sahip olduğu “basamağa” çıkmış gibi gözüküyordu. Fakat bu basamağa çıkmayı, geçmişte defalarca yaptığı gibi içinde yaşadığı büyük bir patlamadan sonra yapmadan, etkileyici bir soğukkanlılık ile başarmıştı. Olağandışı rahatlığı beni de oldukça etkilemişti.
Diğer taraftan Serena, Osaka’ya karşı oynadığı ilk set boyunca oldukça gergin gözükmüştü. Fakat Serena’nın oyunu maç ilerledikçe seviyesi artan bir yapıya sahipti. Önceki iki turda da maç başlarında zorlanmış, sonrasında rakibin zayıf yönlerini analiz edip oyun anlayışını da bu zayıf noktalara odaklanacak biçimde ayarlamıştı. Hiçbir zayıf nokta göstermeyen Osaka’ya karşı bunu yapmak ise oldukça zor olacaktı; fakat Williams daha önce defalarca imkânsızı başarmış birisiydi.
Seçeneklerden birisi Williams’ın alametifarikası haline gelmiş file önü oyununa odaklanmaktı. Kendi locasında bulunan koçu Patrick Mouratoglou, elleriyle ileri doğru gitmesini isteyen ufak bir işaret yaparak onu olabildiğince uyarmaya çalıştı. Maçın sandalye hakemi Carlos Ramos ise Mouratoglou’nun bu hareketini yakalayıp, Serena’ya uyarı cezası verdi. Mouratoglou, maç sonrasında koçların sürekli olarak oyuncularına işaretler yaptığını söyleyecekti -ki haklıydı. Tutarsız bir şekilde uygulanan kuralı bu sefer kendisi çiğnemişti.
Resmi olarak ilk kez böyle bir uyarı alan Williams’ın uyarıyı aldıktan sonra gösterdiği tepki, tatmin ediciydi. Alt üst olmuştu; fakat sinirini kontrol etmişti. Israrcıydı; fakat kibardı. Ramos’a bu işareti neden “coaching” olarak algıladığını anladığını; fakat böyle bir şeyin olmadığını ifade etti. Sözlerini nefes nefese ve empatiyle dile getirmişti: “Kazanmak için hile yapmam, kaybetmeyi yeğlerim.” Şikayet ettiği nokta buydu, dürüstlüğünden şüphe edildiğini düşünüyordu. Hakemin belirtmediği ve onun da farkında olmadığı durum ise onun değil koçunun bir hata yapmasıydı; fakat ihlalin faturasının oyuncuya kesiliyor olmasıydı.
Sonrasında raketini kıracaktı ve ikinci uyarıyla birlikte gelen puan cezası kırılma noktası olacaktı. Serena, özür bekliyordu. Önceki ihlalle alakalı yaşananları kafasından atamadığı aşikârdı. Bugüne kadar maç içerisinde hata yaptığını düşündüğünde sinirini, ateşleyici faktör olarak kullanan bir oyuncu oldu. Onun talep ettiği; uyarının geri alınması Ramos’un yapabileceği bir şey değildi, çünkü verilen uyarılar geri alınamıyor. Williams’ın, koçunun yaptığı işareti görüp görmemesinden bağımsız şekilde bu bir kural ihlaliydi. Kariyeri boyunca Williams’ın farklı standartlara maruz kaldığı da doğru; iyi bir kaybeden olmaması, vücut yapısı, hırsı ve iş bir noktaya geldiğinde başarıyı söke söke elde etme konusundaki korkusuzluğu onu defalarca eleştiri oklarının hedefi yaptı.
Williams, ırkçı ve seksist söylemlere de maruz kaldı. Örneğin geçtiğimiz ay, Fransa Açık yönetimi kıyafet kurallarıyla alakalı bir açıklama yayınlayarak Williams’ın turnuvadaki vücudu saran kıyafetinin “aşırıya kaçan” örneklerden biri olduğunu ifade etti. Serena’nın daha önceden ifade ettiği şekilde bu sıkı kıyafeti tedavi amaçlı giymesi (kan pıhtılarıyla alakalı sorunları vardı) veya klasik bir tenis kıyafetine göre vücutta daha az açık alan bırakmasının bir önemi yoktu. Fransa Tenis Federasyonu başkanı Bernard Giudicelli, “Oyuna ve oynandığı yere gereken saygı gösterilmeli” ifadelerini kullanmıştı. Anlam ise gayet açıktı; Williams saygısızca davranmıştı ve ona gereken cevabın verilmesi gerekiyordu.
Williams’ın aldığı uyarıdan dolayı kendi kişiliğinin sorgulanıyor gibi hissetmesi, son yaşananlar ışığında bana şaşırtıcı gelmedi. (Rafael Nadal ve Novak Djokovic gibi üst düzey birçok oyuncu aynı kural ihlalinden dolayı uyarılar almıştı.) Son olarak da verdiği puan cezasının ardından Ramos için “hırsız” ifadesini kullandı. Ramos’un cevabı üçüncü uyarıyla beraber oyun cezası vermek olacaktı. Bu cezayla beraber Serena, maç içerisindeki olası bir geri dönüşten de epey uzaklaştı.
Kurallara göre, bir oyuncu eğer hakarete varan ifadeler kullanıyorsa ve hakemi usulsüzlük yapmakla suçluyorsa uyarı cezası alıyor. Bu uyarılar teniste sürekli olan şeyler, hatta çoğumuzun farkında olmadığı kadar çok. Fakat bu tip gergin atmosferlerde, bu kurallar nadiren uygulanmış ve uygulanan örneklerde genelde daha kötü şeyler söyleyen beyaz erkek tenisçileri görüyoruz. Jimmy Connors bir maçta hakeme “kürtaj çocuk” ifadesini kullanmıştı. Bu sezonki Fransa Açık’ta zaman geçirdiği için Ramos tarafından uyarılan Rafael Nadal çok sinirlenmiş ve aynı hakemin kendi maçlarından birisini asla yönetmesini istemediğini belirtmişti. Bu yorumları üzerine de herhangi bir ceza almamıştı. 2009 Amerika Açık erkekler finalinde Roger Federer sandalye hakemine “bana tek kelime daha etme” demiş ve hakeme defalarca hakaret içeren sözler sarf etmişti. Ramos’un Serena’yı cezalandırdığı standartların sürekli olarak uygulandığı düşünülünce, John McEnroe’nun kariyeri boyunca bir maçı bitirmesi herhalde oldukça zor olurdu.
Williams maçtan sonra şöyle konuştu: “Burada kadın hakları ve kadınların eşitliği için savaşıyorum. Benim ona “hırsız” dememden sonra bana oyun cezası vermesi seksist bir yaklaşım gibi hissettirdi. Erkek bir tenisçiye “hırsız” ifadesini kullandığı için oyun cezası veremezdi.” Elbette bu ifadeleri doğrulamak oldukça zor. Larry Brown’ın maçtan sonra ifade edeceği gibi, Ramos, kariyeri boyunca erkek ve kadın maçlarında tartışmalı birçok karara imza attı. Fakat Williams için ve farkında olmadan Osaka için yaptıkları daha önce hiçbir tenis maçında şahit olmadığım şeylerdi.
Maç bittiğinde ve seremoni sırasında yuhalamalar yükseldiğinde Williams Osaka’ya kolunu atıp onu rahatlatmaya çalıştı. Konuşurken de kalabalığı susturup, herkese bu anın Osaka’ya ait olduğunu hatırlattı. Sonrasında o anlar için şunu söyleyecekti: “İlk Grand Slam’imi kazandığımda böyle hissetmediğimi düşündüm ve kesinlikle onun bu şekilde hissetmesini istemedim.” Sonrasında ben de gözyaşları içindeydim. Yıllar içinde Williams’ın yaptığı birçok güzel şeyden bahsedebilirim; fakat gösterdiği empati, hüzünlü ve ilham verici olmasının yanı sıra, beni uzun ve inanılmaz kariyeri boyunca kazandığı birçok başarı kadar etkiledi.
Kupasını almak için sıra Osaka’ya geldiğindeyse, onun kalabalıktan özür dileyişi beni yine oldukça duygulandırdı. Maç sonrasında ise neden böyle bir özür dilediği soruldu. Sesinin titremesine engel olamayarak, “Sorunuz beni duygulandırıyor” dedi ve şöyle devam etti, “Peki. Çünkü onun 24’üncü Grand Slam’i kazanmayı ne kadar istediğini biliyoruz, değil mi? Herkes bunu biliyor. Reklamlarda, her yerde bundan bahsediliyor. Korta adım attığımda, farklı bir insan oluyorum. Bir Serena hayranı olmaktan çıkıyorum. Sadece başka bir tenis oyuncusuyla mücadele eden bir tenisçi oluyorum. Fakat ona filede sarıldığımda…” Sesi gidiyor ve ağlamaya başlıyor.
“Her neyse… Filede ona sarıldığımda, yine küçük bir çocuk gibi hissettim.”
Çeviri: Gökhan Önder Aksu