Pete Sampras 31 yaşında, 2002 Avustralya Açık’ın dördüncü turunda Marat Safin’e kaybettiğinde, bunun bir haber değeri yoktu. Zira Safin o esnada dünyanın en iyilerinden biriydi ve muazzam gücünü gençliğin ateşiyle harmanlamıştı. Sampras, 2002 Fransa Açık ilk turunda toprak eksperi İtalyan Andrea Gaudenzi’ye kaybettiğinde de çok fazla şaşıran olmadı. Çünkü Paris’in toprağı hiçbir zaman Sampras’a ve onun müthiş hücum becerilerine iyi davranmamıştı ve içinde bulunduğu şartlarda bu da anlaşılabilir bir kayıptı. Fakat Pete Sampras, 2002 Wimbledon’ın ikinci turunda elemelerden gelen George Bastl’a kaybettiğinde tenis dünyasından bu kez “Neler oluyor?” sesleri yükseldi. 1999’da kazandığı altıncı şampiyonlukla Björn Borg’un beş Wimbledon’lık açık dönem rekorunu kıran ve 2000’de kupa sayısını yediye çıkartan efsanenin önünde çok ciddi soru işaretleri duruyordu.
O günlerde USTA’in (Birleşik Devletler Tenis Birliği) yüksek performans programının başında bulunan Paul Annacone da birlikte geçen uzun senelerin ardından, eski öğrencisini artık televizyondan takip ediyordu. İkilinin birlikteliği 2001 sezonu biterken sona ermiş ve Annacone, Sampras’ın koçu olarak yarattığı kredibiliteyle yepyeni bir göreve yelken açmıştı. Fakat telefonu tekrar çaldı. ESPN’e verdiği röportajda o günleri anlatan Sampras, Annacone’u aramış ve “Burada biraz sevgiye ihtiyacım var” demişti. Bu cümle şakayla karışık söylense de gerçeklik payı vardı; Sampras’ın sevgi, huzur ve rutine olan ihtiyacı diğer oyunculardan bir miktar daha fazlaydı. İçinde büyüdüğü mutlu ve birbirine bağlı aile, onu ikili ilişkilerinde de hep aynı konfor alanını arayan birine dönüştürmüştü.
-I-
Pete Sampras 1993’ün Nisan ayında ilk kez dünya sıralamasının bir numaralı basamağına yükseldi. Üç sene önce, 19 yaşında bir çocukken Amerika Açık’ı kazanmış ama devam eden yıllarda kendi elleriyle yarattığı beklenti dağının altında kalmıştı. Zaten o dönemin Amerikan tenis atmosferinde sivrilmek de pek kolay değildi. Eski moda büyükler Jimmy Connors ve John McEnroe hâlâ etraftaydı. Nick Bollettieri’nin altın çocukları Andre Agassi ve Jim Courier, geri çizgi hücum tenisinin limitlerini belirliyordu. 1.75’lik Michael Chang ise kimsenin ondan beklemediği bir şeyi başararak Grand Slam şampiyonu bir tenisçi olmuştu. Üstüne üstlük, günümüz kuraklığında ABD’nin 1 numarası olabilecek seviyedeki Aaron Krickstein ve Todd Martin gibi kapasiteli isimler de arkada bekliyordu.
Her ne kadar havuzdaki en potansiyelli oyuncu da olsa Pete Sampras’ın bile bu şartlar altında fark yaratmak için ekstra bir yardıma ihtiyacı vardı. O yardım da eski bir profesyonelden geldi. Tim Gullikson hiçbir zaman çok yetenekli bir oyuncu olmamıştı ama tenis zekâsı ve sahiplenici tavrıyla ideal koçtu. İkili, dünya sıralamasının zirvesine birlikte çıktı, Grand Slam kazanma serisine birlikte başladı ve Sampras, koçunun kanatları altında dünyanın en iyi tenisçisine -1993 itibarıyla- dönüştü. Gullikson’a göre öğrencisinin tenisindeki en ciddi problem fazla mükemmeliyetçi oluşuydu. Ona her gün en iyi oyununu oynayamayacağını ve büyük oyuncuların kötü hissederken dahi kazanabileceğini öğretti. Kendisi ise kazanamayacağı bir savaşa girmek üzereydi…
Tim Gullikson 1994 yılı sonunda, Stockholm’de bir otel odasında yere yığıldı. Gidilen ilk hastanede bunun önemsiz bir kalp problemi olduğuna hükmedildi. Kısa süre sonra Münih’te ve 1995 Avustralya Açık esnasında Melbourne’de de aynı sorunu yaşamasıyla birlikte acı gerçek ortaya çıktı: Tim’in beyninde oldukça agresif bir tümör vardı. 1995 yılı Pete için, Gullikson’ı mutlu etme çabasıyla geçti ve bunu da elinden geldiğince başardı. Wimbledon ve Amerika Açık’ı kazanıp sezonu sıralamanın zirvesinde bitirerek çok kısa süre sonra yaşamını yitirecek dostuna ufak bir tebessüm armağan etti. Sampras, 2008 tarihli otobiyografisi A Champion’s Mind’da yaşadıklarını, “Hayatımda ilk kez ailem kadar yakın birisini kaybettim” diyerek anımsıyordu. Gullikson’ın öğütleri ise aklından hiçbir zaman çıkmadı. Ondan başarı için savaşması gerektiğini öğrenmişti ve geri kalan kariyerinde, bunu harfi harfine uygulayacaktı.
-II-
Tenisin tüm görkemli şampiyonlarının istisnasız olarak başardığı bir şey vardır: Bir Grand Slam turnuvasında sivrilmek ve oranın tartışmasız şampiyonu olmak. Tıpkı Jimmy Connors’ın Amerika Açık’ta, Björn Borg’un ise hem Wimbledon hem de Roland Garros’da yaptığı gibi, Sampras’ın da imzasını atacağı iki slam olacaktı ama ilk anda birisini tahmin dahi edemezdi. Kendisini “Sert kortlarda büyümüş bir Kaliforniya çocuğu” olarak tanımlayan genç Pete için ilk Wimbledon deneyimleri oldukça can sıkıcı geçti. O günleri, “Turnuvayı seviyordum ve anlamının farkındaydım” diye anımsamasına ve çim kort üzerinde oynamak için doğru özelliklere sahip olmasına rağmen, 1992’ye kadar ilk turlarda kaybetti. Şartlara adapte olduğu ilk yılda da yarı finale çıktı ama solak dev Goran Ivanisevic’e çattı. Gerisi ise tarihti. 1993 ve 2000 yılları arası yedi Wimbledon şampiyonluğu kazandı ve Roger Federer’in sekizine kadar, All England Club’ın tahtında oturdu.
Peki ne olmuştu da bir anda çim kortta oynayabilmeye başlamıştı? Cevap Tim Gullikson’ın vizyonunda gizliydi. CNN’e o günleri anlatan Sampras da krediyi eski koçuna veriyordu: “Sert kortta topla nerede buluşacağınızı bilirsiniz, çim üzerinde ise buna adaptasyon zordur. Tim daha kontrollü olmam için uzun vuruş hareketimi kısalttı. Ama daha önemlisi beni negatif düşüncelerden arındırdı ve Wimbledon’a pozitif bakmamı sağladı.” ‘Pistol Pete’in Merkez Kort’ta kazandığı şampiyonluklar içinden en anlamlısı ise 1999’da geldi. Finalde, büyük rakibi ve “Karşılaştığım en iyi oyuncu” dediği Andre Agassi’yle buluşmuştu. Bu, tenisin en prestijli turnuvasındaki ilk ve tek finalleriydi. 1992 Wimbledon galibi ve oyunun gördüğü en iyi servis karşılayıcılardan birisi olan Agassi’ye karşı, Sampras risk almaktan çekinmeyecekti.
Etkili bir ilk servisi, tüm hayatını tenis oynayarak geçirmiş her profesyonel atabilir. Büyük bir servisçiyle sıradan birini ise ikinci denemedeki beceri ayırır. Çift hata tehlikesiyle puan kaybının kıyısında olunan anlarda gelen öldürücü ikinci servisler, birçokları tarafından ‘tarihin en iyi servisçisi’ olarak hatırlanan Pete Sampras’ın imzalarındandı. Yine de bu ikinci servisleri, Wimbledon finalinde Andre Agassi’nin raketine göndermek yürek isterdi. 1999’da Sampras bunu başardı ve karşılaşmayı 3-0’la kazanırken repertuvarındaki en tehlikeli silaha sık sık başvurdu. İstatistiklere göre, maçta ikinci servisini ortalama 11 km daha hızlı atma kumarını oynamıştı. Kendisine bu durum sorulduğunda ise “Rakibim Andre’ydi, yani denemeliydim. Eğer bunu yapabiliyorsanız yapmalısınız” demişti.
Servisinin yanına eklediği vuruş çeşitliliğiyle birlikte Pete Sampras, tenisi muazzam bir ‘katil içgüdüsü’yle oynuyordu. Onu hemen her sporda elit seviyeye çıkartabilecek atletik becerileri, bu ofansif oyunu mümkün kılmıştı. Servis vole becerisi ve çok yönlü forehand’i, Sampras’ı aktif yılları boyunca hızlı kortların en tehlikeli tenisçisi yaptı. İşlerin yolunda gitmediği tek yer ise efsanevi mirasına büyük sekte vurdu. Öyle ki hiçbir zaman Fransa Açık şampiyonu olamadı ve hatta Paris’te bir yarı finalin ötesine geçemedi. Geriye dönük ciddi pişmanlıklarından birisi de kendisini toprakta biraz daha şanslı kılabilecek daha büyük raket kafasını hiç denememekti. Şimdilerde sıkça yapılan ‘Gelmiş geçmiş en iyi tenisçiler’ sıralamasında, 14 slam şampiyonluğuna rağmen Sampras’a burun kıvıranların tek argümanı da CV’sinde bir Roland Garros’un bile olmayışı…
-III-
2002 Wimbledon sonrasında, Paul Annacone, son bir Grand Slam kazanmak isteyen eski dostunun ricasını kırmadı ve Pete ile yeniden çalışmaya başladı. Kendi sözleriyle onun hâlâ bir slam kazanabileceğine yüzde 100 ikna olmuştu. Tim Gullikson’ın hastalığı günlerinde başlayan bu arkadaşlığın temellerinde de tıpkı öncülü gibi, karşılıklı güven vardı. Sampras o yıl erken elendiği üç slam’de de bu güven hissinden yoksundu. İkinci birleşmeyi, “Paul bana kim olduğumu ve oyun için ne ifade ettiğimi tekrar hatırlattı” diye anımsıyordu. Ancak Annacone’un elinde de sihirli değnek yoktu. Eski dünya 1 numarası, Amerika Açık’a hazırlık yolunda yine kendisinden beklenmeyecek mağlubiyetler aldı. İşin kötüsü, artık hızlı kortlarda bile eskisi kadar korkutucu değildi.
Fakat Tim Gullikson’dan öğrendiği ilk şey neydi? O, iyi oynamazken dahi kazanma gücüne sahip büyük bir şampiyondu. Amerika Açık’ın evi Flushing Meadows da Hollywoodvari bir son için hazırlanmıştı. Önce Sampras ve hemen arkasından da Andre Agassi adlarını finale yazdırdılar. Sampras, kendisine “Ne zaman emekli olacaksın?” diye soran basına bundan daha görkemli bir cevap veremezdi. Ezeli rakibini dört sette yendi ve kapıdan bir daha dönmemek üzere çıktı. Üstelik, “Pete birkaç yıl daha oynamadığı için mutsuzum çünkü partiyi birlikte geldiğiniz kişiyle terk etmek istersiniz” diyen Agassi de dâhil olmak üzere birçok kişi onun hâlâ kazanabileceğini düşünürken…
Pete Sampras bugünlerde tenis yerine golf oynamayı tercih ediyor ve bekleneceği üzere sopalarla arası da hiç fena değil. Birçok dönemdaşının aksine tur düzeyinde koçluk yapmaya da henüz niyetlenmedi. Tıpkı çocukken içinde büyüdüğü gibi mutlu bir ailesi ve ondan hep görmeye alıştığımız gibi sessiz sedasız bir yaşamı var. Kendisinin de sonradan itiraf ettiği üzere, 14 Grand Slam’lik rekorunun kırılmayacağını düşünüyordu ama yanıldı. Bu yüzden de 31 yaşında, daha birkaç tane kazanacak vakti varken tenisi bırakmasını bir risk olarak değerlendirebiliriz. Ama dürüst olalım, zirvede bıraktığı için onu kim eleştirebilir ki…
*Bu yazı, Socrates’in Mayıs 2018 tarihli 38. sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.