Soren Kierkegaard
Dağcılık galiba ilk kez çocukken Altın Bilgi Ansiklopedi serisinde Everest ve Sir Edmund Hillary hikâyesini okuduğumda ilgimi çekmişti. Sonra Nasuh Mahruki’nin tırmanış öyküleri gençlik yıllarımı etkiledi. Touching The Void gibi belgesellerin veya K2 gibi filmlerin yarattığı akım ile bu ilgim yıllar içinde pişti. Hatta Conrad Anker, Jimmy Chin ve Renan Öztürk’ün hikâyelerini anlatan Meru belgeseli ‘riskli ve tehlike dolu bu korkutucu tırmanışları sürekli yapma kafasını’ daha çok sorgulamama neden oldu. Anker gibi bir yaşayan efsanenin liderliğindeki tırmanışçılar, Meru Dağı’na daha önce hiç çıkılamayan Köpekbalığı Yüzgeci zirve rotasından tırmanmaya çalışıyorlardı. 2008’de 19 gün dağda kaldıktan sonra başaramayıp eve dönmüşlerdi. Ancak 2011’deki ikinci denemelerinde senaryoyu değiştirmişlerdi. Karşılaştıkları engellere ve daha önce dağlarda kaybettikleri arkadaşlarına rağmen peşinden gittikleri farklı bir arayış vardı. Hayatın anlamının peşindeydiler. Ya da Anthony Bourdain’in, “Vücudun bir tapınak değildir. Tam aksine bir eğlence parkıdır. Onunla eğlenmelisin, ona tapmamalısın” cümlesini farkında olmadan şiar edinmişlerdi.
Akabinde geriye gidip Werner Herzog’un tarihin en büyük dağcısı kabul edilen Reinhold Messner hakkında çektiği The Dark Glow of The Mountains adlı belgeseli izlediğimde daha da sersemledim. Messner, yerküre üzerindeki 8000 metre üzeri zirveye sahip 14 dağın tamamını oksijen tüpü kullanmadan tırmanan ilk dağcı. Dağcılık tarihine Messner öncesi ve sonrası diye bakıldığı söylenir. Zira bu 14 zirveden en yükseği olan Everest’i ilk kez o ve arkadaşı Peter Habeler oksijen tüpü olmadan tırmanır ve bu konudaki tıbbi önyargıları kırarlar.
Messner ilham kaynağı bir figür olarak bir söyleşisinde “Macera bir spor değildir. Kupalar kazanmak ya da sonuçlar elde etmek hiç değil. Macera daha çok kişisel ve özel deneyimlerden oluşur” diyordu. O, insanın imkânsızı kabul etmediği takdirde geliştiğine, ruhun bu yolla derinleştiğine inanan biri. Ona göre eğer bir dağ tehlikeli değilse, artık bir dağ bile değil. Bunu diyen Messner, kardeşi Günter’i 1970’de Pakistan’daki 8125 metrelik Nanga Parbat Dağı’nı beraber tırmanırken kaybetmiş bir ağabey. Ayrıca birçok dağcı arkadaşını ve altı ayak parmağını da bu tehlikeli zirvelerde yitirmiş bir dağcı. Bir yaşayan efsane olarak anılmadan önce çok fazla başarısızlığa uğradığını da anlatıyor. Bu hayal kırıklıkları olmasaydı bu kadar iyi bir tırmanışçı olamayacağını söylüyor. Sanırım asıl mesele zihnin ve ruhun dehlizlerinde yaşanan iç serüven, yoksa belki de insanlar yaşadığını daha çok hissetmek için daha çok hareket etmek zorunda kalıyor.
Messner aynı söyleşinin son bölümünde “Herkes kendi dağlarına tırmanmalı ve kendi zirvesine ulaşmaya çalışmalı” dediğinde ise zihnimde farklı çağrışımlar oluştu. Zira söyleşiyi izlediğim günlerde Türk sporunda Ramil Guliyev, Mete Gazoz, İbrahim Çolak ve Sümeyye Boyacı’nın başarılarına tanık oluyorduk peşi sıra. Onlar total bir spor politikasından yoksun, kurak ve günlük başarılar peşindeki bir iklimde kendi dağlarına tırmanıyorlardı. Sümeyye Boyacı doğuştan iki kolu olmayan bir paralimpik yüzücü. Ülkemizde engelli olmak zaten başlı başına bir macerayken, Sümeyye “Balıkların da kolları yok” diyerek başladığı yüzmede 50 metre sırtta Avrupa şampiyonu oldu. Engeli onun için sadece başka bir zirve rotasındaki dağ şerpası gibiydi.
Mete Gazoz süreklilik arz eden bir sistemin olmadığı bir ʻdiğer sporlarʼ ülkesinde babasının açtığı yoldan gidip okçuluk gibi bir sporda özgüveni, çalışkanlığı ve yeteneği ile üst üste madalyalar aldı. Onun için esas hedef ise 2020 Tokyo’da Everest’i tırmanmak. Yani, olimpiyat şampiyonluğu. İbrahim Çolak da artistik jimnastik gibi tarihimizde ilk kez 2012 Londra’da olimpiyatta temsil edildiğimiz bir sporda halkada Avrupa ikincisi oldu. Kendi zirvesinin bu olmadığından da emin gibi gözüküyordu.
Ramil Guliyev ise riskli bir rotayı tercih etmişti. Zirve yolunda ülkesini terk etmeyi göze almış, yaşadığı sakatlıkların ardından tekrar ayağa kalkmış, babasını kaybettikten sonra yaşadığı mental çöküşü tekrar yükselmek için kullanmıştı. Türkiye’nin ‘önce başarı sonra sistem’ mottosuyla çıktığı yolda gelen devşirme atletlerden biriydi. Azerbaycan’dan yola çıkması onun için dil ve kültür paydaşlığından büyük bir avantajdı. Fenerbahçe de ona önemli imkânlar sundu. 200 metrede önce dünya şampiyonu oldu, geçen ay da Avrupa’nın zirvesine çıktı. Hem de çalışkanlığı, yeteneği ve sempatik tavırlarıyla birçok çocuğun atletizme yönelmesini sağlayarak… Ama dilerim, ondan ve üstte saydığımız isimlerden ilham alanlar sadece başarı ve sonuç odaklı bir kültürde büyümezler ve yaşadıkları serüvenin kıymetini bilebilirler.
Bu sayı; öngöremese de risk alanlar, korksa da harekete geçenler, iradenin kontrolünü bertaraf edip özgürleşenler ve bir şekilde farklı rotalardan da olsa benliklerini keşfetmek adına yola çıkanlar için…