Bu röportaj, Socrates Dergi’nin Ekim 2016 tarihli 19. sayısında yayınlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.
Montpellier’de sıcak bir gün. 2016 Fransa Turu’nda, basın odasındayım. Etabın henüz başları. Farklı milletlerden gazeteciler dev ekranlar karşısındaki yerlerini almış vaziyette. Kimileri yemek yiyor, kimileri çene çalıyor, kimileri de iş yapmaya başlamış. Aralarından biri ise dikkatleri üzerine en çok toplayan kişi. Gianni Mura’dan bahsediyorum. İtalyan gazeteci, ülkesinde İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yetenekli gazeteci kuşağının en özel üyelerinden biri. Ve sadece edebi tarzı, şiirsel yaklaşımıyla değil, yarım asırdır yanında taşıdığı Olivetti Lettera 32 marka daktilosuyla da ünlü. Bilgisayar çağı da akıllı telefonlar da onu bu tutkusundan vazgeçirememişti. Gazetesinin verdiği bir karara kadar. Mura, şimdilerde nefret ettiği bir bilgisayarda yazmak zorunda ve yüzündeki ifade, gerçekten de çok mutlu olmadığının kanıtı. Biz de bu mutsuzluğa yeni bir sayfa katıp ona daktilosunu sormak istiyoruz. Sonra başka sorulara da geçeceğiz.
Basın odasında sizi Maestro olarak çağrıyorlar. Bu etiketi ve ilgiyi seviyor musunuz?
Ben efsanemin son parçasını, yani daktiloda yazmayı bırakmak zorunda kaldım. Daktilom, yıllar boyunca çok büyük bir merak kaynağı oldu. Özellikle Japonların çok ilgisini çekerdi. Her sene gelir, beni ve makinamın fotoğrafını çeker ve aynı soruyu sorarlardı: “Daktilonun sesiyle diğerlerini rahatsız etmekten korkmuyor musunuz?” Ben de hep aynı cevabı verirdim: “Hayır, sessizlik beni rahatsız eden şey.”
Maestro aşırı abartılı bir rütbe. Siz daha çok gençsiniz. Ben ilk Fransa Turu’na geldiğimde sene 1967’ydi ve o yıllarda çok başka bir bisiklet vardı. Her şey çok daha iyiydi. Her şey çok daha küçüktü. Yarışın etrafındaki atmosfer de insan sayısı da… 100 kadar bisikletçi katılıyordu. Etaplar ve şehirler arası çok fazla transfer yoktu. Şimdilerde 200 kişi yarışıyor, her gün yeni bir transfer var. Bunlar biraz da televizyonun etkisi elbette. Ödenmesi gereken bir bedel.
Bilgisayara alıştınız mı?
Hayır, çekiçle bunu kırmak isterdim.
Geçen seneye kadar gazetemin bir hizmeti vardı. Ben daktiloda yazıyordum, onlara veriyordum, onlar da bilgisayara taşıyorlardı. Ama artık o hizmet yok. Artık daktiloda yazamam. Ben de bilgisayara, bu pis yaratığa alışmak zorundayım.
Peki geçip giden zamanları, eskileri özlüyor musunuz?
Ben nostaljik bir insanım. Geçip giden yılları, bisikletçileri, yarışları özlüyorum. Eddy Merckx çağını özlüyorum. Bisiklet, Bernard Hinault döneminin sonlarına kadar hem anlatması hem izlemesi daha zevkli bir spordu. O zamanın yıldızları Şubat’tan hatta bazen Ekim’den itibaren parkurda olurlardı. Klasiklere giderler, İtalya Turu’nda yarışırlar, arkasından Fransa Bisiklet Turu’na katılırlardı. Bazen kaybederler, bazen kazanırlardı. Ama hep bir rövanş imkânı olurdu. Şimdi ise büyük yıldızları yıl içerisinde en fazla iki-üç yarışta görebiliyoruz. Artık İtalya Turu ile Fransa Turu’nu ya da İtalya Turu ile İspanya Turu’nu aynı sene içerisinde kazanmak mümkün değil. Çoğu zaman kimse bunu denemeye kalkışmıyor bile. Mesela Vincenzo Nibali bu sene İtalya Turu’nu kazandıktan sonra Fransa’ya da geldi ama buradaki amacı, başka hedefleri için form tutmaya çalışmaktan fazlası değil. Fakat işte bu, bana göre, dine küfretmek gibi bir şey. Fransa Turu’na sadece antrenman için gelemezsiniz. Çalışma dediğin şey evde yapılır. Fransa’ya geliyorsan bu genel klasmanı ya da etapları kazanmak içindir.
[mailerlite_form form_id=2]
O günlerde yıldızlara yakın olmak da daha kolaydı, öyle değil mi?
Nostaljik hissettiğim bir başka yan da bu. Bir zamanlar La Gazetta Dello Sport için çalışırdım. Fransa’da L’Equipe neyse, İtalya’da da La Gazetta odur. İtalya Turu’nu ilk organize eden gazetedir. Ve onlar için çalışırken sporcuların otel odalarına girme imkânım olurdu. Jacques Anquetil dışında. Raymond Poulidor ve Eddy Merckx gibi büyük isimlerle defalarca odalarında konuştum. Hatta bana sigara da ikram ederlerdi bazen, filtreli sigaralar… Bisikletçilerle aramız çok iyiydi, mesela masaj seansları boyunca uzun röportajlar verirlerdi. Bir kere Raymond Poulidor ile küvetteyken röportaj yapmıştım. Kaynar suyun içine sirke koyardı, kaslarını rahatlatmak için.
Şimdilerde ise tek yol, onların telefon numaralarını almak. Bisikletçileri neredeyse hiç göremiyoruz. Basın toplantıları var ve oralarda neredeyse kayda değer hiçbir şey söylenmiyor. Oradaki kalabalık da tam manasıyla gazetecilerden oluşmuyor. Daha çok, bisikletçilerin düşüncelerini o isimlerin hayranlarına iletmeye yarıyorlar. Bu bana göre bir şey değil. Bisikletçiler yavaş yavaş kendi rollerinin mahkûmu olmaya başladı. Artık dikkate almaları gereken daha fazla şey var ve bunun karşılığında daha az özgürlüğe sahipler. Bu çok üzücü. Bazen onları röportajlarda ve yemeklerde görüyorum. Sürekli onlara göz kulak olan birileri var. Süreki izleniyorlar, hasta gibi.
Peki hâlâ özgür bisikletçiler yok mu?
Evet, hâlâ bana geçmişi hatırlatan tipte isimler var. Mesela Vincenzo Nibali ve Peter Sagan gibi isimler diğerlerinden farklı konumda bugünlerde. Onlar daha çok, fanteziye ve maceraya kendini bırakabilen sporcular. Bu yüzden de halk tarafından çok seviliyorlar. Eğer bir bisikletçi, Nibali ve Sagan kadar güçlüyse kendine biraz daha bağımsızlık ve özgürlük tanımalı.
Sagan, günümüzün en iyi bisikletçisi olarak gösteriliyor. Tarihin en büyüklerinden birine dönüşebilir mi?
Dönüşebilir ama maalesef hiçbir zaman Büyük Turlar kazanan bir bisikletçi olamayacak. Ama özellikle gençler arasında gelmiş geçmiş en popüler bisikletçilerden biri olabilir. Belki bu aptalca bir detay ama pelotonda saç uzatan az isimden biri ve imajı rock yıldızlarını andırıyor. Bunun yanında insanları eğlendiren şeyler yapıyor; bazen sprint atarak, bazen ilk kilometrelerde kaçış gruplarına girerek. Tarihteki bir başka Sagan’la, Bonjour Tristesse (Merhaba Hüzün) kitabının yazarı Françoise Sagan’la arasında şöyle bir fark var. Peter Sagan daha çok Bonjour Phantasie (Merhaba Fantezi) ya da Bonjour Allegresse (Merhaba Neşe) olabilir. Pelotondaki diğerlerinden farklı, bu yönleriyle. Evet çok medyatik ama sevilmesinin tek yanı da komik hareketleri değil. Sagan bunun yanında, çok çalışan da bir isim. İmajını karşılayacak kabiliyete, uygulamalara da sahip.
İtalyanlar da bir zamanlar eksantrik bir sprintere sahipti, Mario Cippolini’ye…
Yok, Sagan çok daha zeki. Cippolini de büyük sprinterdi. Medyatik tarafı da vardı, kadınlarla olan ilişkileri…. O daha çok Hollywood figürleri gibiydi. Ama bisikletçi olarak sadece büyük bir sprinterdi. Sagan onun asla yapamadığı, yapamayacağı şeyleri de becerebiliyor.
Yarım asırdır gazetecilik yapıyorsunuz ve iki teker üzerine yazan en edebi kalemlerden birisiniz. Peki sizce yazarlar bisikleti neden çok seviyor? Özellikle Fransa Turu’nu..
Yazarlar Fransa Turu’nu sever çünkü bu yarış bir seyahat bavulu gibidir. Zira öteki sporlara bakın; hangisi olursa olsun, sınırlı bir alanınız var. Futbolda, boksta, voleybolda, eskrimde… Hepsinin yapıldığı küçük alanlar var. Mesela yüzmede, havuz her zaman havuzdur. New York’a ya da Buenos Aires’e gidin, her zaman aynı olimpik havuzu bulursunuz. Boksta ise ring, dünyanın her yerinde ringdir. Ancak bisiklette işler farklı. Peyzaj, ağaçlar, şatolar hep değişiyor. Ayrıca bazen bir yazarın doğduğu kasabadan geçiyorsunuz, aklınıza o geliyor. Bazen bu seneki gibi Mont Ventoux’dan geçiyorsunuz, aklınıza Tom Simpson’ın öyküsü geliyor. Bazen Col du Mente’dan geçiyorsunuz, Luis Ocana’yı hatırlıyorsunuz. Bunlar bir anlamda kutsal mekânlar. Bu yüzden de bisiklet üzerine kalem oynatanların öteki sporlardaki meslektaşlarına göre avantajları her zaman daha fazla. Süresi de burada işimize yarıyor. Önünüzde 200 kilometrelik bir yarış var diyelim; eğer dikkatliyseniz odaklanacak, daha yakından tanıyacak, keşfedecek şeyler bulabilirsiniz. Bunlar bir yazar için güzel meşgaleler.
Ülkeniz İtalya’nın da bu anlamda özel bir edebi geleneği var, öyle değil mi?
İtalya’dan bahsedecek olursak; bisiklet üzerine yazan Dino Buzzati gibi edebiyatçıların altın çağı, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonrasına rastlar. Bunun teknik bir sebebi var. Zira o yıllarda futbol neredeyse yok. Yani, Avrupa seviyesindeki futbolda İtalya yok. O dönem İtalya’nın kazanabildiği iki spor var. İkisi de fakir sporları: Bisiklet ve boks. Buzzati’nin yanında İtalya’da bisiklet üzerine yazan en büyük edebiyatçı, şair Alfonso Gatto’ydu. Fransa’nın en iyisi ise Antoine Blondin’di. Fransa Turu’nu yerinde takip etmeyen ama onunla meşgul olan Roland Barthes gibi düşünürler de oldu. Çağdaş Söylenler kitabında Barthes, Fransa Turu’nun muazzam bir fotoğrafını ortaya koyar.
Bu yarış Fransızlar için ne demektir? Elbette bir bayram falan diyoruz ama başka şeyler de var. Bu gelenek hâlâ devam ediyor. Fransa Turu’nda her zaman, İtalya ya da İspanya Turu’ndan daha büyük bir bağ vardır. Le Tour, Fransa’ya aittir. İtalyanlar da Giro’yu sever mesela ama bu kadar derin bir bağlılık yoktur. Fransızlar için Le Tour, sadece ülkelerinin yollarında yapılan bir sportif etkinlik değildir, daha çok bir baget ya da Edith Piaf’ın sesi gibidir. Onların bir parçası olmuştur. Bu yarış, Fransa’yı bir imge, bir peyzaj olarak tanımanın araçlarından biridir. Ve belki de en önemlisi, halk her zaman yollardadır. Çünkü bu Le Tour de France, Fransa’nın Turu. Chris Froome tarafından kazanılsa bile…
Mont Ventoux, bu seneki yarışın en büyük tırmanışıydı. Roland Barthes oradan ‘Şeytan Dağı’ olarak bahseder…
Evet, kullandığı ifade şöyledir: “Bisikletçileri kurban etmek isteyen şeytani dağ.”
Fakat ben Mont Ventoux’yu çok sevmem. Çünkü bu, daha çok bir korku filmi gibidir. İzoledir, yalnızdır. Ne bir erkek ne bir kız kardeşi vardır. Bir yandan sıcaktan ödünüz patlar, bir yandan rüzgârdan. Fakat neden bu dağ özeldir? Sadece İtalyan şair Petrarca’nın 1336’da yaptığı tırmanış için değil, Tom Simpson’ın ölümü yüzünden de tarihidir. Barthes’ın dediği gibi; bu dağ, insan kurban etmek ister.
Tom Simpson 1967’de, Fransa Turu’na bir gazeteci olarak ilk gittiğiniz yılda hayatını kaybetmişti. O trajik günden aklınızda neler kaldı?
Şunu asla unutmamak lâzım. O yıllarda Le Tour organizasyonu, bisikletçilerin sadece iki su bidonuyla yarışmasına izin veriyordu. İçinde birer litre su olan iki bidon. Beslenme bölgesi diye bir şey yoktu. 1967’de Mont Ventoux’ya çıkılan o günde sıra dışı bir sıcak vardı. Bisikletçilerin aşağı yukarı sekiz litre suya ihtiyacı vardı. Bazen içmek, bazen kafalarına dökmek için… Fakat şu da vardı. Eğer yıldız bir bisikletçiyseniz yarışta durup kasaba yakınlarındaki bir bara, restorana giden takım arkadaşınızın getirdiği şişelerden bir şeyler içebilirdiniz. Ya da seyircilerin verdiği şişeleri kullanabilirdiniz. Simpson da geçerken bakmadan bir şişe almıştı ve bunun içinde konyak vardı. Bir yandan da o dönemde çok başarılı olmayan, kazanamayan bir takımın üyesiydi. Patronu ona “Eğer geçen sene kazandığın parayı istiyorsan, Fransa Turu’nu ilk beşte bitir” demişti. Mont Ventoux etabı öncesi Simpson genel klasmanda yedinciydi.
O etabı çok iyi hatırlıyorum. Bir gece önce o, Felice Gimondi ile birlikteydi. Tom Simpson biraz Peter Sagan’a benzerdi. Sürekli şakalar yapardı. Mont Ventoux gününün başlangını hatırlıyorum. Etap, bir bazilika yakınlarından başlayacaktı. Simpson kasketinin içini suyla doldurmuştu ve pelotona bu kutsal bir kaseymiş gibi şakalar yapıyordu. Biraz sonra o öldü. Otopside ortaya çıkan şuydu. Simpson’ın kanında dopinge rastlanmıştı, ceplerinde aynı şekilde amfetamin vardı. Fakat tek sebep bu değildi. Sıcak da etkiliydi, yorgunluk da…