Telefon yok. Televizyon yok. İnternet yok. Hiçbir şey yok. Tam bir soyutlanma. Benim planım buydu. Henüz lig şampiyonluğunu kazanmamıştık. Kazanana kadar Tottenham hakkında bir şey duymak istemiyordum. Sadece Leicester City’e, bize odaklanmıştım. Bu bir ironi sayılmaz, değil mi? Bu şekilde ilerliyordu. Tottenham hakkında söylenenlerin beni deli etmesini engelleyemiyordum. Onlar kendi maçlarını yapacaklardı, bunu biliyordum. Onların maçı bizim şampiyonluğumuzu etkileyebilirdi. Maçı izlememek için kendimi zorluyordum. Maç yerine delice işlerle uğraşıyordum. Telefonumu kapatıp arabada bıraktım. Sonrasında tek başıma sinemaya gidip, film izledim. Konsantre olamıyordum. Dışarı çıkıp “Haydi, artık yapın şu işi” diye bağırmak istiyordum.
Birkaç saat sonra telefonumu açtım. Tottenham, Chelsea deplasmanında puan kaybederse şampiyon biz oluyorduk. Ailem bunun ne kadar önemli olduğunun farkındaydı. Karım, çocuklarım, kardeşim, hepsi beni destekliyordu. Kafam karışıktı, maçı izlemek istemiyordum. Bir kasabaya gittik ve güzel bir akşam yemeği yedik. Sadece güzel bir yemek. Sessiz, huzurlu ve endişesiz. Ardından olabildiği kadar hızlı bir şekilde eve gittik. Hiçbir şeyle oyalanmadan, maç dışında hiçbir şeyi düşünmeden doğruca eve gittik. Eve vardığımızda eşime “Çocukları hemen yatır” dedim. Sonrasında üst kata çıktım ve çocukları yatırdım. Eşim, çocuklara “İyi geceler” dedi. Maçı izlemeye giderken eşimin yüzüne baktım, bir şeyler bildiğini ve benden gizlediğini anladığımı söyledim. O, bir şey bilmediğini söylüyordu. Ona ”Berbat bir yalancısın. Bir şeyler biliyorsun” dedim. O da “Tottenham 2-0 önde” dedi. Izdırap. ”Pekala, o zaman maçın kalan kısmını izleyebilirim.” Tottenham 2-0 önde olduğuna göre, artık streslenmeme, kendime zarar vermeme gerek yoktu… Umudum kalmamış olsa da artık maçı izleyebilirdim. Kızım uykuya dalmıştı ama oğlum uyuyamamıştı. Ben de maçı onunla birlikte izleyeyim dedim. Ama o da maçı izlerken dizimde uyuyakalmıştı. Bam. Chelsea ilk golünü atmıştı. Ben tam olarak “Aman Tanrım, sakin ol, sakin ol” der gibiydim. Chelsea bir tane daha atarsa şampiyon bizdik. Oğlumu omzuma aldığımda yavaş yavaş tekrar uykuya dalmıştı. Onu uyandırmamak için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordum. Kalbim hızla çarpıyordu ve sonunda o da uyandı. Tam o anda ise Chelsea ikinci golü buldu. O an tam olarak sessizce bağırıyordum. Eşime ”Al onu, al, al! Aman Tanrım!’ dedim. Ardından kendimi kaybettim. Son 6 dakikanın geçmesini beklemek korkunçtu. Gerçek bir ızdıraptı. Sonra Willian, serbest vuruşta ortayı açtı ve… Hakem son düdüğünü çaldı. İşte bu kadardı. Tanrım, o an çok duygusaldım. Ellerimi başımın üzerine almış, gözyaşlarımı tutamıyordum.
O gece telefonumun halini unutamıyordum. Hayatımda hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Şarjım 10 dakika içinde bitmişti. Tam olarak… 88 cevapsız arama ve 260 küsür mesaj vardı. O anın ekran görüntüsünü alıp postere bastırdım. Her şey çılgınca ilerliyordu. Şampiyon olmuştuk…
Böyle bir anın parçası olmayı yaklaşık 25 yıldır hayal ediyordum. Ben çocukken babam Manchester United için oynuyordu. Eric Cantona, David Beckham, Paul Scholes, Mark Hughes, Andrei Kanchelskis, Ryan Giggs gibi isimlerin attığı golleri saha kenarında izleyerek büyüdüm. Maçtan sonra ise onların şutlarını kurtarmaya çalışıyordum. United için oynamayı hayâl ediyordum. Kaleci olmaya ve United’la beraber kupalar kazanmaya o zaman karar vermiştim. Gerçekleşebilirdi ama Leicester için gerçekleşmesi… İnanılmazdı.
Los Angeles’ta hazırlık kampına gitmiştik. Orada konuşmayı seven bazı Amerikalılar bizimle sohbet ediyordu. Bize ”Hey, dostum. Siz, Lie-chester gibi bir şey miydiniz?” diye sordu. Ben de ”Şey… Leicester aslında” diye düzelttim. ”Dostummmm, siz harikasınız… FA Cup’ı kazandınız” dedi. Yine düzeltmem gerekmişti: ”Şey, aslında… Premier Lig. Premier Lig’i kazandık.”
”Play-off gibi mi?’ diye sorduğunda ”Hayır. 38 maçlık bir sezon” diye doğrusunu söyledim. “Dostum, 38 maç ha? Siz harikasınız” dedi ve oradan uzaklaştı… Herkes gülmemek için kendini sıkıyordu. Adamın futbola dair en ufak bir fikri yoktu ama ‘Lie-chester City’nin hikâyesini biliyordu. İnsanlar, yaptığımız şeye mucize demeye bayılıyordu. Ortada 38 maç varsa, mucize yoktur. Bu sezon kısmen, ilk kulüp macerama göre daha açık bir yolda ilerledi. Bence birçok oyuncumuz da aynı şeyi söyler. Saha dışındaki hayatında, ne yaptığından emin olmayan birçok oyuncuya sahiptik. Benim Leicester’daki yolculuğum ise… Daha çok rollercoaster gibi denebilir. Başlarda kariyerimin kusursuzca ilerleyeceğini düşünüyordum. 15 yaşımdayken, Manchester City için ilk deneme antrenmanına çıktığımda da bu düşüncem devam ediyordu. Birkaç şutu kurtarırsam, genç takımla takılmaya başlayabileceğimi sanıyordum. O zamanlar menajer Kevin Keegan’dı. Onun benim hakkımdaki planları ise daha farklıydı. As takım, 7 kişilik maç yapıyordu. Menajer bana yaklaşıp ”Kasper, git oraya” dedi. Ona; ”Aralarına mı? A takımın?” dercesine bir bakış attım. Başını sallayarak, aralarına gitmemi söyledi. Böylece ben de gittim.
Hiç unutmam, maçın ortasında Eyal Berkovic, ”Kim bu çocuk? Burada ne yaptığını sanıyor?” diye bağırıyordu. Ama herkes benim oynamamı, Eyal’in sakin kalması gerektiğini söyledi. Aslında iyi oynamıştım. Yapmam gerekenleri yapmış, tutmam gerekenleri tutmuştum. Antrenman bitince menajer yanıma gelip; ”Nic’le biraz çalışmalısın” dedi. Nic denen kişi Nicolas Anelka’ydı.
Nicolas beni yerle bir etti. Tamamen yok etti. Yine de City’nin bende bir şey görmesini sağlayacak kadar iyiydim. Bana öğrenci kontratı önerdiler. O günden sonra, City benim geleceğim diye düşünmeye başladım. Kıyafetlerim yıkanıyor, ayakkabılarım hazırlanıyor, yemeklerim yapılıyordu. Belki de futbolu işim sanacak kadar saftım. 400 küsür maçlık bir dönemde Manchester City için sadece 8 maça çıkabildim. Darlington, Bury, Falkirk, Cardiff City, Coventry City, Notts County, Leeds United ve Leicester City. İnsanlar, Wikipedia hesabıma baktıklarında; ”Dostum, sorun nedir?” diyordu. Ve hepsine aynı cevabı veriyordum; ”Dostum, sadece oynamak istiyorum.”
Benim için, bir kaleci için, kenarda oturup durmak hiçbir şey öğrenmeni sağlamaz. Sadece tecrübe sana bir şey katar. 19 yaşıma geldiğimde Bury ile 4. Lig’e düşmek bile önemliydi. Düşmemek için verdiğimiz o mücadele. Etrafında köpekler dolanırken, kırık cam şişelerin arasında degaj antrenmanları yapmak. İşte bunlar sana bir şey öğretebilir. Daha fazla çalışmamızı gerektirir. Hayatımda birçok güzel şeye şahitlik ettim. Çocukken, her gün United efsanelerini görüyordum. Her Cumartesi, Beckham’ı serbest vuruş çalışırken görmek ve bunun neredeyse bana normal geliyor olması… Her açıdan farklı zorluklarda, yüzlerce, yüzlerce kez deniyor oluşu. Gary Neville’ın, ceza sahasına gönderdiği uzun pasları saatlerce çalışması. Bunları her gün görmekten sıkıldığım günler de olurdu. Sadece oynamak istiyordum, oynamak…
Sadece Leicester’a gidebilirdim çünkü Leeds beni istememişti. Birçok futbolcu bundan bahseder hatta bir nevi klişe de diyebiliriz ama ‘patron’ beni istemediğini söyledi. Leeds’teki ilk sezonum bittiğinde Danimarka’da tatildeydim. Arkadaşlarım beni arayıp; ”Neden bize söylemedin? Tebrik ederim…’ diyordu. Bense; ”Neyi söylemedim” diyordum. Onlar da; ”Leicester’la imzalamışsın” dediler. Tepkim tam olarak, ”Ne?’ der gibiydi. Neden bahsettiklerini bilmiyordum. Leeds beni istemiş, Leicester ise istemişti. Bu kadar basit. Aynı zamanda bunun kariyerimi değiştirebileceğinin farkında değildim. 5 sene sonra, evimde oturup oğlum kollarımda uyurken, Premier Lig şampiyonu bir oyuncu olmuştum. Ağlıyordum. Nasıl açıklayabilirim ki?..
Açıklayabileceğim tek şey; o Leicester’da farklı bir havaya sahip olduğumuz gerçeğiydi. Leicester çok samimi, aile gibi bir takım. Birçok oyuncuyla yaklaşık 6-7 sene birlikte oynadık. Nigel Pearson bu konuda çok büyük bir teşekkürü hak ediyor. Çünkü dünyanın birçok yerinden oyuncuyu buraya getirdi. Oyuncularla imzalamıyordu, insanlarla imzalıyordu. Bir şeyleri ispat etmek zorunda olanlardan oluşan bir kadroyduk. Böylelikle güçlü bir bağ oluşturduk. Böyle bir grupla Leicester için bir şeyler başarmamız gerekliydi. 2015 sezonu bittiğinde ligde kalmayı zor da olsa başarmıştık. Ardından N’Golo Kante ile anlaştık. İlk antrenmanlarımızda her pası, her koşuyu, her boşluğu kapatıyordu. Bu adam inanılmazdı. Bu adam insan değil, bir makineydi. Bunu nasıl başarabiliyordu?.. Biliyorum, kulağa çok çılgınca geliyor ama bu takım Şampiyonlar Ligi takımı olmalıydı. Belli ki sonunda yaptığımız şey beklentilerin üstündeydi. Lie-chester City; Premier Lig Şampiyonu!..
Takım olmak, kolektif bir ruha sahip olmak için iyi bir ders almıştık. Danimarka ile Dünya Kupası’na giderken de aynı hissi yaşıyorum. Bu grupta özel bir şeyler yapabileceğimize inanıyorum. Geçmiş senelerde işler pek iyi gitmese de süreci tamamladık. Yeteneklerimiz, teknik direktörümüzün yeterliliği, zihinsel hazırlığımız ve olumlu havamız… İlginç olacak, çok ilginç olacak. Genç bir takımız. Oyun stilimiz için fazlasıyla pragmatik diyebiliriz. Turnuvada üst turlarda başarılı olabilmek için yeterli kaliteye sahibiz. Christian Eriksen gibi çok büyük bir yıldıza sahibiz. Sana söylüyorum, bu adam futbolun ötesinde bir yetkinliğe sahip. Hayatımda oynadığım en iyi futbolcu diyebilirim. Pas kabiliyeti inanılmaz. Onun hakkında söyleyeceğim en önemli şey, hiç ego sahibi olmayışı. Çok komik biri. Belki de dünya üzerindeki en Danimarkalı insan. Ona; ”Dostum, eğer biraz daha ego sahibi olsan çıktığın her maçta kesin gol atardın” diyorum. Christian tam bir takım oyuncusu. Eğer dışarıda onunla tanışsanız ve tanımasanız, sıradan bir insan olduğunu düşünürdünüz. Saha içinde adeta bir mimar gibi bir şey. Gerçekteyse tam bir futbol dehası. Her Danimarkalı çocuk gibi dünya onun ayaklarının altında… Tabii ki sadece Christian değil biz tam bir takımız. Birçok heyecan uyandıran genç futbolcuya sahibiz. Onlar da oyunlarını dünyaya ispat edebilecek fırsatı arayacaklar. Biri bildiğiniz gibi Thomas Delaney. Google görsellerde aratırsanız eğer tatlı bir çocuk olduğunu göreceksiniz. Güzel dalgalı saçları var. Yakışıklı çocuk, bakmanızı öneririm. Sahadaysa tam bir savaşçı. Kafasını her topa uzatır. Sakatlanmaktan korkmaz. Sol ayağı gerçekten canınızı yakar, özellikle volesi. Dinle, belki susmam gerekiyor ama onca zaman Leicester’dakilere de bu adamı almalıyız diye söyledim. Muhtemelen değerini ben artırdım.
Play-offlara geldiğimizde, dünyadaki tüm gözler bizim üzerimizdeydi. Danimarkalı olduğumuz için insanlar sakin olmamızı bekliyordu ama uçağa bindiğimiz andan itibaren heyecanımız başladı. Birçoğumuz, kupada olmayı uzun yıllardır bekliyorduk. Son 2 turnuvayı koltuğumdan izlemek zorunda kalmıştım. Hatırlarsanız, koltuğumda maç izlemeyi pek tercih etmiyorum. Sahaya çıkmış olmam ve defansa sesim kısılırcasına bağırıp; ”Dostum, şu lanet olası çizgiyi kaçırmayın” demem lazım.
İşte burası benim mutlu olduğum yer.
Çeviri: Ant Arın Şermet