Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

BasketbolSolucan

Dennis Rodman'a, ince fiziği nedeniyle 'solucan' lakabı uygun görülmüştü. Bu, hakkında bildiğimiz nadir gerçeklerden biriydi. Yapbozun diğer parçalarını tamamlamak ise hayal gücümüze kaldı...

“Doğumunuz, hayatınız boyunca düzeltmeye çalışacağınız bir hatadır.”

Görünmez Canavarlar / Chuck Palahniuk

Dennis Rodman hakkında ne kadar iyi konuşabiliriz, bilmiyorum. Dennis Rodman hakkında söylenecek iyi sözler kötülerinden fazla olabilir mi, bilmiyorum. Dennis Rodman gerçekte kim, açıkçası bunu da bilmiyorum.

Bildiğim tek şey; Rodman’dan bahsediyorsak, masaya önce ‘açıklık’ kartını koymamız gerektiği. Bu, iyi bir başlangıç olabilir.

“Dürüst olmak gerekirse hayatımda kendimden başka hiçbir şey yok.”

Bu söz Rodman’a ait değil, Görünmez Canavarlar’dan bir bölüm sadece. Ama Rodman’ın da olabilirdi, şüphesiz.

Chuck Palahniuk; estetik kaygıları, standart güzellik kavramlarını, tüketim toplumunu ve ezberlenmiş kalıpları tokatladığı kitabında Shannon isimli bir mankenden yola çıkar. Bir kaza sonucu yüzünün yarısı yok olan Shannon için yeni bir hayat başlar. Görünmeye ve fark edilmeye alışkın bir kadın için, artık görünmez olma vaktidir. Hastanede, ameliyatla kadın olmaya hazırlanan Brandy Alexander ile tanışır ve olaylar gelişir. Brandy, hayatını baştan kurma ve intikam yolunda Shannon’ın rehberi olur, onun kendini ‘açmasını’ sağlar.

Hatta bir bölümde, Rona Barrett’ın 1974 tarihli Miss Rona kitabından bir alıntı yapar: “Gerçek mutluluğu bulmanın tek yolu, bütün bedeninizi tamamen açma riskini göze almaktır.”

Dennis Rodman ve Brandy Alexander; kimliksiz, arayışta olan, kendini bulma gayretinde iki isim. Aralarındaki tek fark, Brandy Alexander kurgu bir karakterken Rodman’ın gerçek bir insan olması…

1961 yılında New Jersey’de dünyaya gelen Rodman, -kendi deyimiyle- berbat bir çocukluk geçirdi. Vietnam’da savaşmış babası, o daha beş yaşındayken ailesini terk etti. Annesi ve iki kız kardeşiyle büyüdü. Kadınların baskın olduğu bu yeni senaryo ve ‘baba figürü’ eksikliği, hayatının geri kalanında peşinden gelecekti. Yaşadıklarını yıllar sonra, “Babamı görmeyeli epey zaman oldu. Şöyle bakıyorum; adamın biri, zamanında dünyaya gelmeme yardımcı oldu ama bu, benim bir ‘baba’ya sahip olduğum anlamına gelmiyor” sözleriyle anlattı.

Lisede okurken, hiçbir spor dalı için yeterli olmadığı söylendi. Mezuniyetinden sonra Dallas/Fort Worth Havaalanı’nda temizlik görevlisi olarak işe başladı. Aynı dönem, 50’den fazla saat çaldığı için tutuklandı. “Sadece iki seçeneğim vardı; ya hapse girecektim ya da torbacı olacaktım. Beni bekleyen başka bir gelecek yoktu” diyecekti o günleri anarken.

0’DAN 100’E

Ve sonra bir gün, Texas’ta bir koleje gitti ve hayatı değişti. Basketbol oynayabildiğini fark etti. Oradan Southeastern Oklahoma State Üniversitesi’ne geçti. 25+ sayı, 15+ ribaund ortalamaları tutturdu ve nihayetinde, 25 yaşında, Detroit Pistons tarafından draft edilerek NBA’e giriş yaptı.

Kariyerini uzun uzun anlatmaya gerek yok ama birkaç başlıkta üstünden geçmek gerekirse şöyle: Yedi kez en iyi savunma beşine seçildi, iki kez ‘yılın savunmacısı’ ödülünü aldı. Yedi yıl üst üste NBA’in ribaund kralı oldu. İkisi Detroit Pistons, üçü Chicago Bulls’ta olmak üzere beş kez şampiyonluk yaşadı. İki kez All-Star seçildi. Pistons, 2011 yılında 10 numaralı formasını emekliye ayırdı. Aynı sene, Hall of Fame’e dahil edilme onurunu yaşadı. Son 44 yıldaki en iyi iki, son 33 yıldaki en iyi 10 ribaund istatistiğinin yedisinin altına imza attı. Pistons’ın 1992’de Indiana Pacers’a karşı oynadığı maçta 34 ribaund aldı, bu aynı zamanda –bugün de geçerliliğini korumakla birlikte- NBA tarihinin en iyi ikinci performansı olarak kayıtlara geçti. Ribaund kralı olan en yaşlı (36) oyuncuydu. (Son 33 yılda en çok maçta (167) 20+ ribaund alan isim de kendisi ki bu sayı, ikinci sıradaki Dwight Howard’ın iki katından (78) daha fazla)

“Sadece iki seçeneğim vardı; ya hapse girecektim ya da torbacı olacaktım. Beni bekleyen başka bir gelecek yoktu”

Rodman; 1990’da ‘yılın savunmacısı’ seçildiğinde ağladı, 1999’da düzenlediği bir basın toplantısında ağladı, 2011’de Hall of Fame’e seçildiğinde ağladı, 2015’te Kuzey Kore ziyareti sırasında çekilen bir videoda ağladı ki o mevzuya gelmemize daha var. Önce, o meşhur Hall of Fame konuşmasını hatırlamamız gerekiyor…

“Ben bu oyunu para için oynamadım. Ben bu oyunu şöhret için oynamadım. (…) Bugün bir ölü olabilirdim, bugün bir torbacı olabilirdim, bugün bir evsiz olabilirdim ki zamanında bir evsizdim. (…) Benim bir babam olmadı, bizi terk ettiğinde beş yaşındaydım. 47 çocuğunu bırakıp Filipinler’e gitti, en büyükleri bendim. (…) Phil Jackson, Jerry Buss, James Rich ve Chuck Daly… Bu dört insan, benim için ‘baba’ figürünü dolduran adamlar oldular. Ben iyi bir adamken de, kötü bir adamken de, duygusal bir adamken de, üzgün bir adamken de yanımdaydılar; her seferinde elimden tuttular. O an hangi Dennis Rodman olduğum önemli değildi; pisliğin teki, süslü bir züppe ya da s.k kafalının biri… Ne olursa olsun, tüm iyi niyetleriyle yanımda oldular. Bu, benim için çok önemli. İki adamdan daha bahsetmek istiyorum; Scottie Pippen ve Michael Jordan’dan… Isaiah Thomas ve Joe Dumars’la da birlikte oynadım ama bu iki adam, aynı sahayı paylaştığım en büyük oyunculardı. (…) Ve eşim Michelle… Ona çok çektirdim, asla iyi bir eş olamadım, asla iyi bir baba olamadım. Ama o, 11 yıl boyunca bana tolerans gösterdi. İki harika çocuk yetiştirdi, hatta (ilk eşinden olan Alexis de dahil) üç. Hayatıma dair tek bir pişmanlığım var; keşke daha iyi bir baba olabilseydim.”

Dennis Rodman o gün, belki de hiç olmadığı kadar ‘açık’tı. Brandy Alexander, o gün orada olsaydı –muhtemelen- kendisiyle gurur duyardı.

Çünkü ona göre her şey, kendini anlatmakla başlıyordu:

“Şimdi bana bütün hikâyeni tekrar tekrar anlatacaksın. Hepsini yazacaksın. Bana bütün gece, yürek parçalayıcı boktan hikâyeni anlat. Anlattığın şeyin sadece bir hikâye olduğunu anlayacaksın. Ve aynı şeyleri bir daha yaşamayacağını. Anlattığın hikâyenin sadece kelimelerden ibaret olduğunun farkına vardığında, geçmişini bir kağıt gibi buruşturup çöpe atabildiğinde, işte o zaman senin gerçekten kim olacağına karar vereceğiz.”

Hall of Fame konuşmasından sonra, Rodman’a neden duygularına hâkim olamadığını sordular, yanıtı ‘çok basit’ti:

“Hayatım yüzünden. Çok basit. Yaşadığım hayat, asla gülden bir yatak değildi. Paranın ve şöhretin arkasına saklanmak, daima bir seçenektir. Bunu yapabilirsiniz. Ama kapıları kapattığınızda, dışarıda gerçekten neler olup bittiğini bilemezsiniz. O yüzden, ben de o gün tüm kapılarımı açtım. Her zaman yaptığım gibi.”

DİKTATÖRÜN PEŞİNDE

Yine de ‘açıklık’, bazen hayatta en çok işe yarayacak kozunuz olmayabilir; çünkü açıklık ile düpedüz aptallık arasında –gerçekten- ince bir çizgi vardır ve bazen –gerçekten- çizginin hangi tarafında olduğunuzu fark etmezsiniz. Rodman’ın hayatı da tamamıyla –gerçekten- bu gelgitlerden ibaret. Hangi tarafta daha çok vakit geçirdiği ise meçhul. Bu noktada, Kuzey Kore ziyaretleri bir fikir verebilir.

Şubat 2013’te, eski NBA yıldızları ile yerel oyuncular arasında oynanacak bir gösteri maçı için Kuzey Kore’ye giden Rodman, Pyongyang şehrinde Kuzey Kore lideri Kim Jong-Un ile bir araya geldi. Bu ziyaret, -haliyle- ABD’de büyük tepki topladı. 70’li yılların başında, ABD ve Çin arasındaki buzlar iki ülkenin masa tenisi oyuncuları arasındaki karşılaşmalar ile başlayan süreç sonunda –nispeten- erimiş ve buna ‘pinpon diplomasisi’ denmişti. Daha sonra farklı sebeplerden iki kez daha Kuzey Kore yolunu tutan Rodman da ESPN’den Mark Schwarz’a verdiği röportajda, ‘basketbol diplomasisi’ adını verdiği ziyaretlerini şu sözlerle savundu:

“İnsanlar oraya neden gittiğimi anlamıyorlar, keşke onlara anlatabilseydim. ‘En azından biri denedi’ gözüyle baksınlar. Biliyorsunuz; ben kahraman olmanın peşinde değilim. Sadece mutlu olduğu şeyleri yapmak isteyen bir insanım. Hepsi bu. (…) Gerçek şu ki o (Kim Jong-Un), bugüne kadar tehditlerde bulunmuş olsa da hiçbir yeri bombalamadı. Ne Güney Kore’yi, ne Hawaii’yi, hiçbir yeri… İnsanlar, onun dünyadaki en kötü adam olduğunu söylüyorlar ama Kim’le ilgili bildiğim bir şey varsa o da Amerika ile asla savaşa girmek istemediği. Obama ile karşılıklı oturup basketbol konuşmak istiyor. Obama’nın ise maalesef onunla herhangi bir şey yapmak istediğini sanmıyorum. Bay Başkan’a soruyorum; basit bir telefon konuşmasından ne zarar gelebilir ki? Hadi ama Obama! Yeni bir çağda yaşıyoruz, Kim’i ara ve onla arkadaş ol. (…) Benim görevim iki düşman ülke arasındaki buzları eritmek. Bu neden bana düştü, bilmiyorum. Ama şunu söyleyebilirim; bir sonraki Nobel Barış Ödülü’nde ilk üçe giremezsem, bir şeyler gerçekten yanlış gidiyordur. Emin olabilirsiniz.”

Gerçekten emin olabilir miyiz? Sanmıyorum. Hele ki Kim Jong-Un’a dair çıkarımlarını duyduktan sonra…

“1.60 boylarında bir adamın bu kadar büyük bir güce sahip olduğunu görmek, tam anlamıyla gerçeküstü bir deneyimdi. Aklımı kaçırabilirdim. (…) İnsanlar bana bunu nasıl yapabildiğimi soruyor. Bense büyük bir şaşkınlık yaşadım. Bana çok kibar davrandı, sanki ailesinden biriymişim gibi. Nefret dolu bir insan değilim. Bir insanın kime ne yaptığı beni ilgilendirmiyor, bana iyi davrandığı sürece sorun yok.”

Ne geniş gönüllü bir yaklaşım, değil mi? Galiba değil. ABD’deki başkanlık yarışında Donald Trump’tan yana saf tutan birinden bahsediyoruz nihayetinde; “Donald Trump’la yıllara dayanan harika bir dostluğum var. Başka bir politikacıya ihtiyacımız yok, Bay Trump gibi iş adamlarına ihtiyacımız var!” şeklinde tweet’ler atan birinden…

VEGAS’TAN NEW YORK’A

Tamam, Rodman siyasi anlamda sıradan bir kaplumbağadan daha donanımsız olabilir ama özel hayatında da durum farklı değil. “Bugüne kadar yaklaşık 2 bin kadınla birlikte oldum. En az 500’ü hayat kadını değildi” demişliği var. ‘En az 500’ün içinde, Madonna ve bir dönem evli kaldığı, 90’ların Kardashian’ı diyebileceğimiz Carmen Electra da var. Yatakta hangisinin daha iyi olduğuna dair bir soruyu “Ben ikisinden de iyiydim” diye yanıtlamışlığı da… Madonna ile nasıl tanıştığını anlatırken takındığı tavra bir bakın; izansız bir yeniyetmeden farkı yok…

“1996 yılıydı, bir gece Vegas’ta zar atıyordum. Gecenin bir körüydü ve beni aradı. ‘Şu saatte benden ne istiyor olabilirsin ki?’ dedim. O da ‘Gelmen lazım, ben hazırım, çok hazırım’ dedi. Masada 100 bin dolar bıraktım, özel bir uçak tuttum, New York’a, yanına gittim, ne yapmam gerekiyorsa onu yaptım, sonra aynı uçakla geri dönüp zar atmaya devam ettim. Ben o sıralar, nasıl diyeyim, muhteşemdim… Madonna’yla takılıyordum ama dürüst olmak gerekirse yaptığı müzik berbattı.”

Daha sonraları, yayımladığı otobiyografisinde Madonna hakkında “Yatakta bir akrobat değildi ama ölü bir balık da sayılmazdı” diyen Rodman’ın, Carmen Electra hakkında da haddini aşan açıklamaları oldu. “Bir keresinde onunla sevişirken Pearl Jam açıp kulaklığı kulağına taktım, o da ağlamaya başladı” sözleriyle gereksiz detaylara iniyordu. Tamam Pearl Jam’i çok seviyordu; “Ne zaman spor salonunda çalışsam ya da herhangi bir şey yapsam Pearl Jam’i açarım ve Eddie Vedder’ın sesini dinlerim. Gruba çok hayran değilim ama Eddie’nin yeri çok başka, sanki kalbinden konuşuyor” diyordu. Peki biz, Carmen Electra ile yaşadıklarını bu kadar net şekilde bilmek zorunda mıydık? Sanmıyorum.

GELGİTLER

Bu, açıklık ile aptallık arasındaki gelgitlerinin en belirgin örneklerinden biriydi. Ve liste, bununla da sınırlı değildi.

Bir gün çıkıp “Ben daima bir parti hayvanı oldum. İçiyorum, evet. Çünkü sıkılıyorum. Sıkıldığım için de içiyorum. Bu kadar basit. Alkolik miyim? Kesinlikle evet” diyordu. Başka bir gün ise “Sanırım artık yaşlanıyorum, gerilediğimi hissediyorum. ‘Yeter’ demeyi öğrenmeliyim. Yine de hâlâ yaşıyor olmak beni mutlu ediyor. İnsanlar bana hep 40-45 yaşımı göremeyeceğimi söyledi; çünkü iki tarafı da yanan bir mum gibiydim” sözleriyle özeleştiride bulunuyordu.

Neden her tarafını dövmelerle kaplattığı ve kuyruk sokumuna piercing yaptığı sorusuna “Ailenizi kaybettiğinize, eşinizi ya da sevgilinizi ya da çocuğunuzu… Her neyse… Böyle şeyler olduğunda, acınızı dindirecek başka acılar bulmanız gerekiyor” diye cevap verdiğinde üzülüyordunuz. Ama sonra, bu sözleri sarf eden adamın bir kadına fiziksel şiddette bulunduğunu öğreniyor ve kendisinden nefret ediyordunuz.

Rodman öyle bir çember yaratmıştı ki kendine, ne içine girebiliyor ne dışına çıkabiliyordunuz. Ne onu sevmenize ne ondan nefret etmenize izin veriyordu. Takım arkadaşları da dahildi buna.

Scottie Pippen, “Hayatım boyunca Dennis’le tek bir diyalogum bile olmadı” diyordu. O da bunu doğruluyordu:

“Çünkü asla bunun önemli olduğunu düşünmedim. Önemli olan tek şey kazanmaktı. İşim, insanlarla konuşmamı gerektirmiyordu. (…) Orada olduğunuzu bilmeleri ve işinizi yaptığınızı görmeleri yeterlidir. Sadece Scottie ile değil, Chicago’daki üç yılım boyunca Michael’la da (Jordan) hiç konuşmadım. Sadece sahada diyalog kurardık. Hepsi bu. Ayrıca bu, tamamen işime odaklanmamı sağladı. Ben ailesiz büyüyen bir çocuğum, etrafımda pek kimse yoktu. Hep yalnız yaşadım, büyüdüğümde de böyle yaşamaya devam etmeyi seçtim.”

Brandy Alexander’ın şu öğüdüne ne kadar da benzer bir söylemdi bu…

“Dış dünyayla başa çıkmak istiyorsan, insanların, yüzünü görmesine izin vermeyeceksin. Dünyada herhangi bir yere gidebilirsin; yeter ki insanların gerçekte kim olduğunu bilmelerine izin verme. Tamamen normal, sıradan bir hayat sürebilirsin; yeter ki kimsenin gerçeği öğrenecek kadar yakınına sokulmasına izin verme.”

Rodman da tüm açıklığına rağmen kimseye, aslında kim olduğunu öğrenme fırsatı vermedi. En yakınındakilere bile. Açtığı her kapının arkasından, kilitli bir kapı daha çıktı. Hakkındaki her söylentiyi muğlak ifadelerle karşıladı. Eşcinsel olduğuna dair iddialar mesela… Ne kabul etti ne yalanladı.

“Eşcinsel değilim ama bazen kendimi erkeklere yakın hissettiğim oldu, ben böyle bir şeyi aklımdan geçirmişken biri çıkıp da eşcinsel olduğumu söylese şaşırmazdım. Eskiden olsa ‘Aman Tanrım, Rodman eşcinselmiş!’ derlerdi ama şimdi çıkıp da eşcinsel olduğumu açıklasam ‘Zaten biliyorduk, sadece açıklamasını bekliyorduk’ falan derler.”

Ne tesadüf, Görünmez Canavarlar’da da benzer bir bölüm vardı:

“Normal değilim ama eşcinsel de değilim. Biseksüel değilim. Etiketlerin dışında bir şey istiyorum. Tüm hayatımın tek bir kelimeyle anlatılabilmesini istemiyorum. Bir hikâyeden ibaret olmasını. Bilinmeyen bir şey bulmak istiyorum, haritada olmayan bir yer gibi. Gerçek bir macera istiyorum.”

Rodman da sanıyorum ki aradığı macerayı buldu, nesillere aktarılacak karmaşık bir hayat öyküsünün kahramanı oldu. Ancak bir sorun var; bu hikâye daima, onun gerçekte kim olduğunu bilmeyenler tarafından anlatılacak. Maalesef ki bundan yana bir şikayeti olduğunu sanmıyorum. Ve sözü, yine Chuck Palahniuk’a bırakıyorum:

“Artık hiç kimsenin sır saklayamadığı bir dünyada, iyi bir peçe şöyle der: Paylaşmadığın için teşekkürler.”


Bu yazı ilk olarak Socrates’in Mayıs 2016 sayısında yayımlanmıştır. Tüm sayılarımıza şuradan ulaşabilirsiniz.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Umut Işığı

Umut Işığı

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

4 sene önce