Bu röportaj ilk olarak Socrates’in Ocak 2017 sayısında yayımlanmıştır. Tüm sayılarımıza şuradan ulaşabilirsiniz.
16 Kasım 2016 tarihli The Guardian gazetesinde, Daniel Taylor imzası taşıyan ve Sheffield United eski futbolcusu Andy Woodward ile yapılmış bir röportaj yer aldı. 43 yaşındaki Woodward, futbola başladığı dönemde sayısız kez, Crewe Alexandra altyapısındaki antrenörü Barry Bennell’ın cinsel istismarına maruz kaldığını açıkladı. İngiltere’de deprem etkisi yaratan bu itirafın ardından, 24 Kasım’da BBC’de yayınlanan bir program, çok daha korkutucu bir tabloyu ortaya çıkarttı.
Eski futbolcular Jason Dunford, Steve Walters ve Chris Unsworth, Andy Woodward ile birlikte katıldıkları programda Bennell’ın kendilerine de tacizde bulunduğunu açıkladı.
Ertesi gün, Çocuklara İşkenceyi Önleme Derneği’nin oluşturduğu şikâyet hattına 100’den fazla ihbar telefonu geldi. Polis teşkilatı, iddialarla ilgili soruşturma başlattığını duyurdu. Manchester United kaptanı Wayne Rooney de bir açıklamada bulundu ve “Bazı arkadaşlarımın bu şekilde acı çekmiş olmaları korkunç. Ancak bu konuyla ilgili konuşabileceklerini bilmeleri önemli. Böylece yardım alabilirler ve sessizlik içinde acı çekmeye devam etmezler” dedi.
İngiltere’deki itiraf dalgası ve açıklamalar dünyanın her yerinde yankı bulurken, Türkiye Futbol Direktörü Fatih Terim de Aralık ayı başında Habertürk Gazetesi’nden Fatih Kuşçu’ya yaptığı açıklama ile çocuk istismarı konusunu ülke gündemine taşıdı.
Aslında Terim, bu konuya daha önce de değinmişti. Kasım 2013’te görev başı yapan teknik adam, 7 Ocak 2015 tarihli Uluslararası Antrenör Gelişim Semineri’ndeki ‘Futbolumuz ve Geleceği’ başlıklı sunumunda, Ocak 2014’te federasyon bünyesinde kurduğu ‘Esenlik ve Çocuk Koruma Programı’ ile ilgili bilgiler vermiş ve “Altyapılarda çocuklarımıza ne eziyetler edildiğini, kendilerine sıklıkla hem ruhsal hem de fiziksel olarak istismarda bulunulduğunu müşahede edip lokal müdahalelerde bulunmuş biriyim. Ne pahasına olursa olsun kazanmak üzerine kurgulanmış altyapı eğitim düzeni nedeniyle çocuklar, hem aileleri hem de antrenörleri tarafından ciddi travmalara maruz bırakılmaktadırlar. Çocuk koruma programları, onları bu olumsuz etkilerden koruyup iyi ve başarılı birer erişkin olmalarının yolunu açacak önemli bir girişimdir” ifadelerini kullanmıştı.
Program, 5 Kasım 2016’da Türkiye Futbol Federasyonu’nun internet sitesinde yayınlanan faaliyet raporunda da kendine yer bulmuştu. Raporun ilk maddesi ‘Esenlik ve Çocuk Koruma Programı’nı kapsıyordu ve 25 madde içinde en erken (Ocak 2014) hayata geçmiş faaliyet olarak dikkat çekiyordu.
Terim, Kuşçu’ya verdiği röportajda bu hatırlatmaları yaparken “UEFA A ve B lisans kurslarına katılan 420 antrenörün hepsine çocuk koruma eğitimi verdik” demiş ve şöyle devam etmişti: “Türkiye’nin çeşitli yerlerinde meydana gelen birçok olaydan haberimiz oldu. Ayrım gören çocuk sporcular, cinsel içerikli sohbetler… Fiziksel, duygusal ve hatta cinsel taciz olaylarına el koyduk. Adli makamlara intikal eden 10’dan fazla olay ve soruşturması süren davalar var. İhbarlarda adı geçen bir antrenör de şu an firari durumda. Yurt dışına kaçtığını duyduk. Bu bilgiler, çalışma şevkimizi ve gayretimizi yükseltti.”
Aslında çocuk istismarı, son bir yıl içinde birçok kez Türkiye gündemini meşgul etmişti. Bunlardan en bilineni, Mart ayında Karaman’da patlak veren ve sayıları 10’larla ifade edilen çocuğun istismara maruz kaldığını ortaya çıkaran soruşturmaydı. Terim’in açıklamaları ise art arda gelen karanlık haberlerin aksine beyaz bir sayfa niteliği taşıyordu. Ben de bu vesileyle Hande Sümertaş aracılığıyla Terim’e ulaştım ve kendisiyle görüşmek üzere, soğuk bir Aralık günü Caner Eler ve Aras Yetiş ile birlikte TFF’nin Riva Tesisleri’ne doğru yola çıktım.
Lobideki kısa süreli bir beklemenin ardından ofisine girdiğimizde, bizleri Fatih Terim ve ‘Esenlik ve Çocuk Koruma Programı’ yöneticisi Gülhan Gündüz Şişman karşıladı. Süremiz kısıtlı olduğu için direkt söze girdim ve bugüne kadar düşünülmemiş bu birimi kurma kararının nasıl bir gereklilik üzerine alındığını sordum. Ancak Terim’in bazı şikayetleri vardı ve öncelikle bunları dile getirdi…
“Ben bu birimi son dönemimde Galatasaray’da da kurmuştum esasında. Yine Gülhan Hanım vardı. Tabii, ‘Top çizgiyi geçti mi geçmedi mi?’ veya ‘Şampiyon oluyor muyuz, olmuyor muyuz?’ gibi sorularla daha çok uğraşıldığından dikkat çekmedi herhalde. Buraya geldiğimizde de ilk işimiz bu oldu. Hatta, ‘Esenlik ve Çocuk Koruma Programı’ maddesini, TFF’nin internet sitesinde yayımlanan faaliyet raporunda ilk sıraya koymuştuk. “Türkiye Futbol Direktörü ne yapar?” diye soruluyordu, ben de herkesi bu konuda bilgilendireceğimi söylemiştim. Fakat raporu yayınlamama rağmen, aradan geçen bunca zaman içinde kimse gelip de ‘Bu nedir?’ demedi. İngiltere’deki mevzu patlak verip bana bir soru yöneltildiğinde açıklama yaptım ve ancak o zaman hatırlandı, dikkat çekti. Aynı raporda ‘yabancı serbestisi’ 25. maddeydi ama herkes, birinci yerine 25. maddeyi konuşmayı tercih etti. Oysa bizim bu konuya verdiğimiz önem, o zaman da gayet açık ve netti.”
Terim, bu sözlerin ardından programın nasıl bir ihtiyaçtan doğduğunu anlattı…
“Materyal insan olduğu zaman, insana yatırım yapmanız gerekir. Bizde de materyal, genç oyuncu; yetenek yani. Onların sağlığı, konforu ve gelişimi için en uygun şartları sağlamak zorundayız. Yoksa konuşmak kolay. Oysa onları teknik, fiziksel, idari ve sosyal anlamda en iyi şekilde yetiştirmek lazım. Yeteneğin ortaya çıkması için saha yetmez, saha dışında da mutlu olmalılar. İyi birer insan ve birey olarak yetişmeliler. ‘Ağaç yaşken eğilir’ diye bir sözümüz vardır bizim, doğrudur, yaşken eğilir de daha filizken iyi bakmanız lazım ki güzel ve doğru büyüsün. Emek vermeden olmuyor. Bizim de bu birimi kurmaktaki amacımız tam olarak buydu. Modern futbol anlayışında bu bir lüks değil, bir gereklilik artık. Ayrıca böyle bir yapılanma, sadece futbol dünyası için değil, tüm toplum için büyük bir önem taşıyor.”
Terim’in başta bahsettiği faaliyet raporunda, program şöyle özetleniyordu: “Çocukların sağlıklı bir futbol ortamında eğitim alabilmeleri ve spor yapabilmeleri amacıyla ‘Esenlik ve Çocuk Koruma Programı’ hakkında tüm paydaşların eğitilmesi, istenmeyen olaylar ile ilgili ihbarların alınması, bu ihbarların değerlendirilerek adli makamlara iletilmesi ve bu vesileyle temiz bir futbol ortamının yaratılması amaçlanmaktadır.”
Bu ifadeye göre program, aslında iki temel aşamayı kapsıyordu; ilki çocuklara huzurlu bir ortam sağlamak, ikincisi de bu huzurun bozulduğu durumlarda devreye girmekti. Terim’e göre de futbol dünyası, bünyesine giren her çocuğun geleceğinde en az aile ve okul kadar sorumluydu.
“Çocuk, aile içinde ve okulda geçirdiği zamanların sonrasında bizimle birlikte, yani futbol dünyasının içinde. Buradaki zamanını en verimli şekilde geçirmeli. Kulüpler bu çocukların dostu olmalı çünkü şu var; her çocuk yıldız olmaz, her çocuk büyük futbolcu olmaz, her çocuk futbolcu da olmaz… Ama sonunda, üniversiteye girip başarılı olabileceği bir alana yönelebilir. Bu yüzden, bu sistemin içine giren her çocuğun iyi bir birey ve insan olması, bizim için futbolcu olmasından çok daha önemli. Bu da ancak mutlu olmaları durumunda gerçekleşebilir.”
Bu noktada sözü, İngiltere’deki bir uygulamaya getirdim. Bazı kulüplerin, altyapı seçmelerinde başarılı olan çocukların okul-tesis ve tesis-ev arası mesafelerini ölçtüklerini ve bu süre 45 dakikanın üzerine çıktığı takdirde, çocuk ne kadar yetenekli olursa olsun, kendisini kulübe kabul etmediklerini söyledim. Gerekçesi, her gün belirli bir süreden fazlasını yolda geçiren çocukların verimli ve sağlıklı biçimde antrenman yapamayacak olmasıydı… Türkiye’de ise durum farklı; büyük şehirlerde yaşayan çocuklar sabah 6.00-6.30 gibi uyanıp okula gidiyorlar, 15.00-15.30 gibi okuldan çıkıp 1-1.5 saatlik toplu taşıma macerası sonrasında kendilerini antrenmanda buluyorlar ve eve dönüşleri de 22.00 civarına denk düşüyor. Bu hayat şartlarında, hangi eğitimi verirseniz verin, bir çocuğun hem futbol hem öğrenim hayatında sağlıklı ve başarılı bir kariyer geliştirmesi mümkün mü?
“Yaşadığımız ülkenin şartlarına dikkat etmemiz lazım” diyor Terim ve devam ediyor: “Zaman zaman ben de bu hataya düşüyorum; 80 milyonluk Almanya’dan kaç oyuncu çıkıyor, 80 milyonluk Türkiye’den kaç oyuncu çıkıyor diye soruyorum ben de… Ama hiçbir şeyimiz aynı değil, önce bunu bir görmek lazım. Dolayısıyla bu çok doğru bir mukayese mi, emin değilim. Oradaki çocuk belki 10 dakikalık mesafeyi gidemez ama bizdeki çocuk bir saatlik mesafeyi dört vasıta değiştirir gene gider ve bundan etkilenmez. Çünkü buradaki hayat böyle, sadece futbol değil. Bizim kendimize ait bir yaşam şeklimiz var, olayları da buradan yola çıkarak görmeliyiz. İngiltere örneği veriyorsun mesela, hiç itirazım yok, sorunlarını halletmiş bir ülke; sportif anlamda, sosyal anlamda, her anlamda… Birçok konuda bizden öndeler. Muhakkak ki biz de modern dünyayı ve gelişmeleri takip edeceğiz ama onları olduğu gibi almak yerine, buranın şartlarını gözeterek uyarlamamız lazım. Aksi halde, aynı oranda başarılı olmanız mümkün değil. Ben İngiltere’ye ilk gittiğimde, Galatasaray’la kamp için, bir baktım, yemekte önce meyve ya da komposto geliyor. Bizim çocuklar alışkın değil tabii, ben de gittim aşçıyla konuştum; ‘Bizde genelde çorbayla başlanır’ dedim. Ona göre bir ayarlama yaptık.”
Konuşmanın başından beri bizleri dinleyen Gülhan Gündüz Şişman da bu noktada Terim’e destek veriyor.
“Her ülkenin kendi suç kültürü vardır mesela, ona göre bir yapı kurmak zorundasınız. Kimi ülkede cinsel istismar baskındır, kiminde psikolojik baskı vardır, kiminde fiziksel şiddet ve dayak… Bunlar, ülkelerin toplumsal yapılarından bağımsız değildirler. O yüzden, bir çocuk koruma programı hazırlayacaksanız, İngiltere’dekini aynen alıp uygulayamazsınız. Mutlaka buranın gerçeklerinden yola çıkarak bir uyarlama yapmanız gerekir. Onların sosyolojik olguları ile bizimkiler farklı çünkü. Biz de üç senedir kendi gerçeklerimizi çözmeye ve buna göre bir sistem kurmaya çalışıyoruz. Yoksa nedir, alır İngiltere’dekini aynen koyardık ama bir anlamı ya da faydası olmazdı.”
Bahsi geçen örneklerden İngiltere’de federasyon, 2001 yılından bu yana çocukları korumaya yönelik kurallar koyuyor. Buna göre tüm kulüpler, altyapıdaki çocuklarla ilgilenecek uzman bir sosyal yardım görevlisi istihdam etmek zorunda. Peki, bizdeki durum nasıl? Uygulamanın şartları nedir? Ya da bu insan kaynağına sahip miyiz? Sorularımıza ilk yanıt, Gülhan Gündüz Şişman’dan geliyor.
“Çocukla çalışabilecek insan vardır, çocukla çalışmaması gereken insan vardır. Çalıştığımız insanların ‘çocuk dostu’ olması lazım. Federasyonla uyguladığımız protokole göre, her kulübün içinde bir ‘çocuk koruma temsilcisi’ bulunacak. Biz de bu insanların seçiminde dikkatli olunması ve onlara gerekli eğitimin verilmesi noktasında devreye giriyoruz.”
Terim de karşılaşabilecekleri zorlukların farkında olduklarını ancak zamanla her birini bertaraf etmek istediklerini söylüyor…
“Ekonomik durumun çok kötü olduğu, teknik adam ve doktor eksikliği bulunan, daha birçok temel gereksinimden yoksun kulüplerden böyle bir istihdam sağlamalarını isteyebilmek çok kolay değil. Ama buna rağmen, aldığımız geri dönüşlerin son derece olumlu olduğunu söylemem gerekiyor. Kulüplerimiz bu noktada çok pozitif ve işbirlikçi bir tavır sergiliyorlar. Eğitim alan antrenörlerimizin de farkındalıkları artıyor. Bize ulaşan bir bilgi olduğunda gerekeni yapıyoruz; meselenin hukuki bir tarafı varsa emniyete bildiriyoruz, onlar ilgileniyor. Ben size şu kadarını söyleyeyim; çocuklara zarar veren ya da zarar verme eğiliminde olan hiçbir insana tahammülümüz yok, kim olursa olsun. Bunun için de hangi savaş gerekiyorsa bu savaşı yapacağız. Kulüpler bu konuda gizlilik talep ediyorlar, haklarıdır. Kimse, adının böyle olaylarla yan yana anılmasını istemez ama sizi temin ederim; hiçbir kulübün itibarı da hiçbir çocuğun güvenliğinden önemli değil.”
Bu yaklaşım beni bir nebze umutlandırıyor ancak ülke gerçeklerini hatırlayınca endişelerim yeniden baskın geliyor. Zira Türkiye’de benzer vakalar daha önce de ortaya çıkmış ama maalesef medyaya geniş anlamda yer bulmamış. Terim’e soruyorum: “Bunda Türkiye toplumunun karakteristik özellikleri de etkili midir? Dışa kapalı toplulukların ve ‘Elalem duymasın’ düşüncesinin yaygın olduğu topraklarda yaşıyoruz sonuçta. Türk futbol dünyasının da diğer toplumsal vakalarda karşılaştıklarımız gibi, olumsuz olayları kendi bünyesinde erittiğini ve dışa yansıtmadığını düşünüyor musunuz? Bir nevi ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ durumu mevcut mu sizce?”
“Evet, eskiden böyle bir durum vardı ama artık yok; kol kırılıyor ama yen içinde kalmıyor. Kalmamalı. Medeniyet adına önemli bir eşiktir bu. Bizim dünyamızda da duygusal, zihinsel ve bedensel istismara maruz kalanlar olmuş ama bu ya gündeme getirilmemiş, ya söylenmemiş ya da doğal görülmüş ve üzerine gidilmemiş. Şimdi ise tespiti yapılıyor, çözümler ortaya konuyor, paylaşılıyor. Geçenlerde Antalya’da bir seminere gittim, lobiden geçerken çocuk koruma eğitimi verdiğimiz antrenörlerle karşılaştım. ‘Bu derse bayılıyoruz’ dediler. Başlarda biraz ‘Bu ders de nereden çıktı şimdi?’ yaklaşımındaydılar ama şimdi en sevdikleri ders olmuş. Son zamanlardaki ihbarların çoğu da onlardan geliyor zaten ve bu konuda kayda değer bir artış var. Bu bizim ortak kaygımız ve kavgamız olmalı. Sadece ben, sen, o, bizim hocalar değil; ülke olarak da… Çocuklarımızı korumakla mükellefiz. Muhakkak ki bilmediklerimiz olacaktır; 80 milyonluk bir ülkeyiz, her şeyin o kadar açık dile getirilmediğini ve makul karşılanmadığı bir kültürden geliyoruz. Ancak ben, kendi adımıza buzdağını kırdığımıza inanıyorum. Şimdi de yavaş yavaş eritiyoruz. Yok edene kadar da mücadelemiz sürecek.”
İhbarlardan söz açılınca, “Net bir sayı alabilir miyim?” diyorum Terim’e. Hemen hemen her derste bir bilginin kendilerine iletildiğini söylüyor. Her zaman adli ceza ile sonuçlanması gereken vakalar değil bunlar. Zira ‘istismar’ sözcüğü geniş bir yelpazeyi kapsıyor ve bu yelpazenin bazı noktaları net değil. Terim’e, o noktaların neler olabileceğini soruyorum…
“Sıkıntı şu; ‘cinsel istismar’ dendiğinde medya açısından işin cazibesi artıyor tabii ama bunun fizyolojik, psikolojik boyutları var, dayak var, küfür var ve mesela benim en çok hassasiyet gösterdiklerimden biri olan dışlama var. Bir takım düşünün; birkaç oyuncuya hiç ilgi ve alaka gösterilmiyor. Yetenekli oyuncuya ihtimam sonsuz ama yeteneksiz görülen çocuklara ayrımcılık yapılıyor; o çocuklar oynatılmıyor, antrenmanda ilgi görmüyor, dışlanıyor. Oysa o yaşlarda herkes, kafasının okşanmasını, iki tatlı laf söylenmesini bekler. Aksi davranışlar, o çocuğun hayatı boyunca izlerini taşıyacağı bir travmaya neden olabilir. Bu yok mu? Var… Sıralamaya koyarsak, saydıklarımızın hepsi var. Bazı vakalar olmuş ki söylüyorum bunları. Türk futbolunun eğitim ortamlarında çeşitli şeyler yaşanmış. Dünyada da var, burada da… Değişen ne peki? Eskiden duymuyorduk. Şimdi duyduk, gördük, bildik, öğrendik. Artık buradan geri dönüş yok. ‘İki kişinin bildiği sır değildir’ noktasından hareket ediyoruz.”
Terim, konuşmanın devamında eğitimli ailelerin daha çok şikayette bulunduğunu söylüyor ve bunun tesadüf olmadığını vurguluyor. Çocuk korumayı ‘Şunu aldık, bunu tutukladık’ noktası ile sınırlamanın yanlış olduğunu belirtip toplum bilincinin ve önleyici çalışmaların artması gerektiğini ifade ediyor.
Peki Terim, kendi kariyerinden yola çıktığında nasıl bir tablo görüyor? 2000 yılında Leeds United deplasmanında Emre Belözoğlu ile yaşadığı tartışmayı hatırlattığımızda “Hayatım boyunca hiçbir oyuncuma elimi kaldırmadım” diyor ve devam ediyor:
“Emre’ye 17 yaşında Şampiyonlar Ligi’nde şans veren insan benim. Leeds maçındaki olay da şöyle gelişti; Harry Kewell kırmızı kart gördükten sonra oyuncularımın hepsini yanıma çağırdım ve şöyle dedim: ‘Devrenin bitimine çok az var, hakem onlardan birini attı, bu baskı altında ilk fırsatta bizden de birini atacaktır. O yüzden, devre bitimine kadar dikkatli olun.’ Emre en önde dinliyordu beni ve sanki hiçbir şey söylememişim gibi, birkaç dakika sonra rakibine dalıp kırmızı kart gördü. Ben de ‘Git içeri’ deyip elimle ittirdim sadece. Ama tabii herkes kameralara yansıyanı görür, soyunma odasında ne yaşandığını bilmez; içeri gider gitmez Emre’ye sarıldığımdan, kolumu boynuna attığımdan ve pişmanlığımı dile getirip gönlünü aldığımdan haberi yoktur kimsenin…”
Süremizin sonuna yaklaşırken Türk futbolunun temel problemlerinden bir diğerine atlıyorum. Genç oyuncuların forma şansı bulamaması da bir tür istismar değil midir? Özgüven yaralayıcı bir etkisi yok mudur? Ve bu ülke neden kendi çocuklarına kötü davranıyor? (CIES’in 31 Avrupa ülkesini kapsayan araştırmasına göre, en üst ligindeki kulüplerin kendi altyapısından yetişmiş oyunculara en az şans verdiği üçüncü ülkeyiz, hem de yüzde 5 gibi korkunç bir oranla. Yine Avrupa’nın büyük ligleriyle karşılaştırılınca, 21 yaş altı en az oyuncu oynatan ülke biziz.)
“Doğru kelime ‘kötü’ mü bilmiyorum ama ‘özensiz’ diyebiliriz belki. Açık konuşmak gerekirse kaygı duyuyoruz. Lafa gelince istikbalimiz, her şeyimiz onlar ama davranışa gelince hiç öyle değil. Bakış açımız, ciddiyetimiz ve emeğimiz bunu yansıtmıyor. Altyapılarda şampiyonluklar yaşayan çok oyuncu var; üst yapıya geçerken kaybolan, aradaki havuzda boğulan. Neler var neler hem de… Bu bizim de gündemimiz. Yıllardır kafa yoruyoruz, neden bu çocukları üst yapıya taşıyamıyoruz diye. Vardığımız noktada birçok sebep görüyoruz ama bu tamamen teknik bir konu. Şu an için tek söyleyebileceğim; var olmuş olsun diye altyapı olmamalı. Cezanın olduğu yerde ödül de koymalıyız belki, özellikle de bu konuda özen gösteren kulüplere.”
ardından bana halihazırda epey bir aşmış olduğum röportaj süresi hatırlatılıyor, ben de kayıt cihazını kapatıyorum. Bir süre daha devam eden sohbetimiz sırasında keyifli ve keyifsiz birkaç durağa daha uğruyoruz. Kalkarken gözlerim ve aklım, Terim’in ofisinin cepheden baktığı yeşil sahalara takılıyor. Biliyorum ki daha nice çocuk bu çimlerin üstünde boy gösterecek; büyük birer futbolcu olma, ailelerini ve geleceklerini kurtarma umuduyla. Ancak tüm önlemlere rağmen, bazıları bu yolda hayalleriyle değil de kabuslarıyla karşılaşacak. Kimi yok olup gidecek, kimi yoluna devam edecek, kimi de yıllar sonra bir gün dayanamayıp “11 yaşından beri bu sırla yaşadım ve bir sır ile yaşamak, muhtemelen birlikte yaşayabileceğiniz en zor ve ağır şeylerden biri” diyen Andy Woodward gibi, hayatını tüm dünyanın gözleri önüne serecek. Hem de en gerçek ve en rahatsız edici haliyle.
*Konuya dikkat çeken ve röportaj sürecinde önemli katkılarda bulunan Can Mutlu’ya teşekkür ederim.