Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, 1943-1992 arasındaki 49 yıllık varlığında modern dünya tarihinin en ilginç yönetim deneyimlerinden birini oluşturdu. Yugoslavya, 1948’de Sovyetler Birliği yörüngesindeki Komintern’den tamamen çıktığında, sonraki 30 yıla damga vuracak Bağlantısızlar Hareketi’nin de temelleri atılmıştı. Bundan sonraki dönemde Josip Broz Tito yönetimindeki Yugoslavya, hem Batı hem Doğu ile ilişkileri olan ama onların yönetimine girmeyen, sovyetik bürokrasi yerine özyönetimi savunan enteresan bir sosyalizm denemesini ortaya koyarken, özellikle Üçüncü Dünya ülkeleri nezdinde bugün bile varlığını koruyan bir saygı uyandırdı.
Yugoslavya’nın dünya tarihindeki istisnai yerini asıl borçlu olduğu nokta ise kuşkusuz farklı dini ve etnik grupları bir araya getirdiği federal devlet yapısıydı. Bu yapının özelliği, yalnızca farklı kimliklere federatif özerklik tanıması değildi; Yugoslavya devlet yapısı aynı zamanda bölgeler arasındaki ekonomik farkları dikkate alan, varlıklı federe devletlerin daha yoksul olanları sübvanse ettiği, dolayısıyla tüm Yugoslavya vatandaşlarına eşit koşullar sağlamayı amaçlayan bir yapıydı. Diğer taraftan çift kutuplu bir dünyada, tam Doğu ile Batı’nın arasında bağlantısız bir ülkenin kırılganlığına neden olan birçok etmen de vardı.
Tito’nun ardından ülkeyi aynı çizgide tutacak lider kadroları yetişmemişti, 1970’lerde Yugoslav liderin rahatsızlanmasıyla beraber ülke yönetiminin zincirleri boşalıverdi. Bunun yanı sıra aynı yıllardaki küresel kriz, Yugoslavya’nın dış borçlarını kontrol edilemez hâle getirmişti. 1980’in Mayıs ayında Tito’nun ölümüyle beraber, başta Slovenya olmak üzere ülkenin varlıklı federe yapıları mevcut sübvansiyon rejimini tartışmaya açtılar. Diğer taraftan, hem Batı’dan hem de Doğu’dan, ülke içindeki kimi etnik yapılar içindeki etnikçi eğilimleri kaşıyan müdahaleler gelmeye başlamıştı. Sonuç olarak 1990’lara gelindiğinde hem Slovenya ve Hırvatistan gibi varlıklı federe devletler bağımsızlık yoluna girdi hem de ülke etnik temelli bir iç savaşla kan gölüne döndü. Sene 1992 olduğunda, Tito’nun kristal küresi tuzla buz olmuştu.
Her ne kadar Yugoslavya, son derece kanlı ve trajik şekilde ortadan kalkmış olsa da eski Yugoslav halklarının ortak mirasının tamamen yok olduğu söylenemez. Bu mirasın en önemli parçası, hiç kuşkusuz tüm Yugoslavların Tito’nun Birinci Proleter Birliği önderliğinde Nazilere ve onların işbirlikçilerine karşı elde ettiği büyük zafer. Saraybosna’da bugün hâlâ Titova ve Ferhadija caddelerinin köşesinde yanmakta olan Sonsuz Ateş anıtında da yazdığı gibi; 1945’te Yugoslav Ulusal Ordusu’nun Hırvat, Sırp, Boşnak ve Karadağlı askerleri ülkeyi işgalden hep beraber kurtardılar. Zaten böyle bir kurucu mit olmaksızın altı federe devlet, iki özerk bölge, üç din ve en az yedi dil içeren bir yapı yarım yüzyıl ayakta tutulamazdı. Ancak kültürel bazda bugün hâlâ Yugoslavları birleştiren bir şey daha var: Spor.
20. yüzyılın en büyük etnik katliamlarından birkaçına sahne olmuş, tüm dini ve etnik ihtilafları gün yüzüne çıkarmış bir iç savaşın üzerinden on yıl bile geçmeden eski Yugoslavlar, neredeyse başka hiçbir alanda olmadığı şekilde, beraber basketbol oynamaya başlamıştı bile. 2001’de dört Sloven, dört Hırvat, üç Boşnak, bir Sırp takımının katılımıyla ilk kez oynanan Adriyatik Ligi, Yugoslavların içindeki ortak spor sevgisini savaşın dahi silemediğini gösterdi. 2011’de hentbolda da Yugoslavlar ortak bir ligde (SEHA Ligi) mücadele etmeye başladı.
Sporun Yugoslavya’nın birliğini sağlayan en önemli öğelerden biri olması bir tesadüf değil. Aslında ülke içindeki rekabetlerin sertliği düşünüldüğünde başta bu çok anlamlı gelmeyebilir; hele ki Yugoslavya’nın tabutuna çakılan çivilerden birinin 1990’daki Dinamo Zagrep-Kızılyıldız Belgrad maçında çıkan olaylar olduğu düşünüldüğünde… Ancak Yugoslavya’nın kuruluşundan itibaren spor, hatta rekabetlerin en kırıcı olduğu futbol bile, ülkenin vatandaşları tarafından benimsenmesinde büyük rol oynadı.
Yugoslavya’da futbol, daha sosyalist cumhuriyet kurulmadan, ülke bir krallıkken popülerliğe kavuşmuştu. Ülke, 1930’da Uruguay’da düzenlenen ilk FIFA Dünya Kupası’nın katılımcılarından biriydi ve kupayı ilk dörtte bitirmişti. Sosyalist cumhuriyetin kuruluş döneminde temel olarak yaptığı şey, sporun popülerliğini, ülkenin birliğine sıkıntı yaratabilecek eski yapılardan sıyırarak kullanmak oldu. Nazilere karşı verilen mücadeleye büyük katkılar yapan kimi kulüpler haricinde (Hajduk Split gibi), bütün eski spor kulüpleri kapatıldı ve devlet kurumları, fabrikalar ya da işçi sendikaları bünyesinde yeni kulüpler kuruldu. Kulüplerde mutlaka aranan bir şart, sporcu yapısının etnik çeşitliliğe dayanmasıydı. Örneğin Hersek kulübü Velez Mostar, Hırvatları ve Boşnakları bir araya getirdiği için Tito’dan özel takdir almıştı. Velez, bu özelliğini iç savaşın son günlerine kadar korudu. Örneğin, sarı-kırmızılı ekibin taraftar grubu Red Army, 1990’da İtalya’daki Dünya Kupası’nda oynayan son Yugoslavya milli takımını desteklemeye gitmişti.
Sosyalist Yugoslavya’nın futboldaki ilk büyük başarısı, 1948 Londra Olimpiyatı’nda aldığı gümüş madalya oldu. Çeyrek finalde Lefter’li, Cihat Arman’lı, Şükrü Gülesin’li Türkiye’yi de 3-1 yenen Yugoslav takımı, finalde İsveç’e yenilse de ülkeye takım sporlarında ilk madalyasını getirmişti. Yugoslavya, bir sonraki olimpiyatta da yalnızca efsane Macaristan’a yenildi ve yine gümüş madalya aldı. Bu dönemde takımın yıldızları biri Kızılyıldız’da, biri Partizan’da oynayan Sırp Rajko Mitiç ve Hırvat Ştef Bobek’ti. Bu ikili, kısa sürede ‘kardeşlik ve birlik’in resmi sembolü hâline dönüştü.
Yugoslavya’nın dünya spor sahnesine asıl çıkışı ise 1968 Mexico City Olimpiyatı oldu. O tarihe kadar giderek yükselen bir başarı grafiği çizen ülke, bu oyunlarda Hırvat yüzücü Djurdjitsa Bjedov ve Sloven jimnastikçi Miroslav Cerar’la altın madalyayı kazandı. Bunun yanı sıra erkek su topu takımı da altın madalyaya uzanmıştı. Yugoslav spor tarihini kökten değiştiren başarı ise basketbolda geldi. Takım, gruptan İspanya ve İtalya’yı yenerek ve yalnızca ABD’ye yenilerek ikinci çıkmış, ardından yarı finalde yenilgisiz Sovyetler Birliği ile eşleşmişti. Yugoslavya’nın Sovyetler ile gergin ilişkileri düşünüldüğünde maçın siyasi önemi tartışılmazdı. Yugoslavya, bu maçı 63-62 kazanarak finale yükselmeyi başardı ve gümüş madalyanın sahibi oldu.
1968’deki basketbol başarısı, tesadüfi değildi. 1970’te Dünya Basketbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapacak ülke, 1965’ten itibaren tüm basketbol sistemini yenilemişti. 1960’ların başıyla birlikte antrenör Aca Nikoliç yönetiminde Avrupa’da iyi sonuçlar alınmaya başlanmıştı. 1970’teki şampiyona, her bakımdan büyük bir sınavdı. Turnuva ev sahipliği, dört federe devlete bölünmüş; Saraybosna (Bosna-Hersek), Split ve Karlovaç (Hırvatistan), Üsküp (Makedonya) ve Ljubljana (Slovenya) maçların oynandığı şehirler olmuştu. Amaç, basketbol ateşini ülkenin her köşesinde yakmak ve dünyanın zirvesine bu turnuvada çıkmaktı. İki hedef de tutturuldu ve Yugoslavya, tarihinin ilk altın madalyasını kazandı. Ülke bundan sonra, varlığı boyunca oynanan her dünya şampiyonasında en az bronz madalya kazandı. Araştırmacı Vjekoslav Perica’ya göre Yugoslavya, basketboldaki başarısını ‘kardeşlik ve birlik’ ilkesine sarsılmaz bir inançla bir araya gelen etnik çeşitliliğine borçlu. Perica, etnik çeşitliliğin olduğu sporlardaki başarının Slovenlerin domine ettiği buz hokeyi örneğindeki gibi tek etnili takımlardan gelmediğinin altını çizerken, o dönem basketboldaki diğer iki süper gücün de (SSCB ve ABD) yine çok çeşitli insan kaynaklarından yararlandığını vurguluyor.
Bunun yanı sıra Yugoslavlar, basketbollarını geliştirdikleri dönemde dünyaya kapalı olmamanın da yararlarını gördüler. Zira bu dönemde pek çok önemli NCAA koçu ülkeye gelip gidiyor, seminerler veriyordu. Diğer taraftan, oyuncular da diğer Doğu Bloku ülkelerinin aksine profesyonel statüdeydiler ve devlet, kulüplerin yönetimine çok fazla müdahale etmiyordu.
Yugoslavya’daki sporun gelişiminde dünyaya açık olmanın faydalarından biri de organizasyon ev sahipliğinde yaşandı. 1970’teki Dünya Basketbol Şampiyonası’nın ardından ülke, 1979’da Akdeniz Oyunları’nı ve sonunda 1984’te Kış Olimpiyat Oyunları’nı düzenledi. Bağlantısız küçük bir Doğu Avrupa ülkesi için bunlar hiç kuşkusuz dev adımlardı ve bu adımlar, ülkedeki spor sevgisini olduğu kadar spor çeşitliliğini de arttırdı. Bu organizasyonların hiçbirinin başkent Belgrad’da olmaması, Split ve Saraybosna gibi ayrı spor merkezleri yaratılması da bu noktada altı ayrıca çizilmesi gereken bir konu.
1979 ile 1992 arasında dört farklı şehirden takımın (Saraybosna, Split, Zagrep, Belgrad) basketbolda kulüpler düzeyinde Avrupa şampiyonluğu yaşamasını, sporun ülkenin farklı bölgelerine yayılmasının bir meyvesi olarak gösterebiliriz. Aynı minvalde, Yugoslavya’da spor, Sovyetler ve uydu devletlerindeki gibi başkent bürokrasisine saplanmadı ve özerk şekilde gelişebildi. Örneğin, basketbolda tüm zamanların en başarılı ekiplerinden Jugoplastika, Split’teki plastik fabrikasının takımıydı. Yugoslav sosyalizminin çok kültürlü, nispeten az bürokratik, özerkliğe alan bırakan özellikleri sporun başarısının da anahtarı oldu.
Yugoslavya’da spor, ülkeyle aynı dönemde altın çağını yaşadı. 1990’larda alevlenen etnik milliyetçilik, ülkenin sonunu getirse de Yugoslav spor sisteminin arkasında sürdürülebilir bir miras bırakmasını engelleyemedi. Bugün, farklı spor dallarında eski Yugoslav ülkeleri başarılı olmaya devam ediyor. Ülke yok olmasaydı neler yaşanırdı bilinmez ama spor mirasının kanlı bir savaşın ardından bile var olmaya devam etmesi Yugoslavya deneyiminin güçlülüğünün kesin bir kanıtı sayılabilir.
Bu yazının orijinali Socrates’in Mart 2018 sayısında yayımlanmıştır. Tüm sayılarımıza erişmek için bu adresi kullanabilirsiniz!