Bu yazı Socrates’in Nisan 2016 sayısında yayımlanmıştır. Eski sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.
“Kaç yıl oldu, o sokaktan geçmedim. Bütün hayatım orada geçti çünkü, düşünebiliyor musun?”
Çınarcık sahilinde, Yoğurt Cafe’deyiz. Masaları ve sandalyeleri emekliler tarafından doldurulmuş olan mekan, herhangi bir sahil kasabasında karşınıza çıkabilecek türden. Hepsinde geçerli olan klasik senaryo burada da işliyor; oturup kafa dinleyebilir ya da o gün rastlaştığınız biriyle havadan, sudan, denizden konuşabilirsiniz, mutfaktan yükselen kokular muhabbete eşlik eder, mekânın müdavimi olan köpeklere yemek verilir ve gün geçip gider.
1956’da yer gösterici olarak girdiği Emek Sineması’nda efsaneleşen Hikmet Bey karşımızda, anlatıyor. Anlattığı şey hayatı. Fakat eğer Emek’te izlediğiniz ilk filmi, gençlik heyecanıyla gittiğiniz o festivali hatırlıyorsanız, buna sadece onun hayatı diyemezsiniz. Anlatılan, hepimizin hikâyesi. Bu yüzden, hunharca yıkılan ve bugünlerde ‘yenisi’ açılacak olan mekânın geçmişini birlikte dinliyoruz.
Hikmet Bey’e göre 83. yılında olduğu bu ömür, Emek’te ve rakı masalarında harcanmış. “Estağfurullah”larımızı eksik etmiyor, onun bizler için ne kadar önemli olduğunu ifade ediyoruz. O esnada sahil kasabası kafesi senaryosu işliyor; yan masalarda emekliler sohbet ediyor, mutfaktan poğaça kokuları yükseliyor, mekânın müdavimi iki köpek yanı başımızda duruyor. Yani röportaj için şartlar ideal. Belki de “Bir hikâyenin bir girişi, bir gelişmesi, bir de sonucu olmalıdır ama illa bu sırayla değil” diyen Jean-Luc Godard’ı dinlemeli ve kurguyu biraz karıştırmalıyız.
Gelişme
Masalar, sandalyeler ve insanlar Hikmet Dikmen’in hayatında geniş yer tutmuş, Emek’ten kalan boş vakitlerini de Beyoğlu’ndaki meyhanelerde geçirmiş. Aslında buraya geliş sebeplerimizden biri de o masalarda arkadaşlık ettiği bir spor yazarı. İslam Çupi’den bahsediyoruz. Hey Gidi İstanbul kitabında sinemaların da bahsi geçer. Şöyle yazar Çupi: “İstiklal Caddesi’ne çıkacak özgürlüğü aile icazeti olarak aldığım günden şu ana kadar, Beyoğlu ve yazarlık hayallerimde ne kadar dolmuşluk varsa, o karanlık salonlardan aldım diyebilirim.”
Ünlü spor yazarı, delikanlılık yıllarına damga vuran sinemalardan bazılarını bir çırpıda sayar: Alkazar, Lale, Saray, Elhamra, Ar ve Yıldız. Başrolü ise favorileri İpek ve Melek’e verir ve onlara ayrı yer ayırır. Bunları anlatırken bir kişiyi de unutmaz: “Benim gençliğim önceleri Melek olan sonra ‘Emek’leşen bir tek sinema salonunda durmaktadır hâlâ Hikmet’le birlikte. Hikmet en uzun Beyoğluludur belki de…” Birkaç satır sonra ikili rakı masasına oturur: “Arada sırada Nevizade Sokak’taki Kadir’in yerinde bir küçük masada, iki rakı kadehini birer uca koyar, eski eski dertleşiriz Hikmet’le…”
İstanbul değişmektedir ve Çupi’nin ifadesiyle zamana ve yeni kapitale yenik düşen İstiklal Caddesi de bundan nasibini almaktadır. Caddenin kaderini, vücudundan çekip giden çocukluğuna ve gençliğine benzetir. Fakat Hikmet hâlâ orada durmaktadır. “Latin’s Lovers hiç iyi film değildi Hikmet” diye söz açar Çupi. Eski dostu, yaşaran gözlerle eşlik eder bu sohbete.
O yazının kaleme alınmasından 23 sene sonra, Çınarcık sahilinde, Hikmet Dikmen’in elinde bir fotoğraf var. Fotoğraftaki masa, spor ve Beyoğlu dünyasından bir grup arkadaş tarafından doldurulmuş. Duvarın dibindeki sandalyede İslam Çupi oturuyor. Birkaç sandalye yanında Ziya Şengül var. Sözü Hikmet Bey’e bırakalım: “İslam Abi ile çok eskiye dayanır tanışıklığımız. Meyhanede tanıştık ki onu zaten tanımayan yoktu. Daha evvel Çatladıkapı’da içerdi. Sonra Taksim’de içmeye başladı. Zaten ablası vardı Beyoğlu’nda, ne zaman yenge ile patırtı etse gelirdi. Ama hanımı da dünya tatlısı bir insandı.”
İkilinin ve masanın dostluğunda büyük yer tutan Kadir’in Yeri, o yıllarda yazarların ve çizerlerin sıklıkla uğradığı bir yer. “Edebiyatçılar orada toplanırdı. Hıfzı Topuz, Melih Cevdet Anday, Oktay Akbal, Mücap Ofluoğlu, Agop Arad… Bunlar öğlen rakıcılarıdır. İkinci bir meyhane takımı vardı. Orada da Hilmi Yavuz ve müritleri bulunurdu. Şu polisiye romanları yazan çocuk var ya, Ahmet Ümit. O grup Demgâh’ta içerdi. Ben Kadir’in Yeri’ndeydim daha çok. Göksel Arsoy, İslam Çupi gibi… Bunlar öğlen rakısı içmezdi genelde. Zaten oynardı onlar rakıyla, bir duble koyar, saatlerce dururlardı. İslam Abi kontrollü adamdı. Spor camiasında çok sevilir, sayılırdı. Kalemi çok enteresandı. Koyu bir Fenerbahçeliydi, çok da dürüsttü.”
Spor dünyasından başka isimler de o masalardan geçmiş. Galatasaray’ın eski futbolcularından Raşit Çetiner, Karagümrük’ten Naci birkaçı… Hikmet Bey, İslam Çupi’nin sadece futbolcu grubu geldiğinde çok konuştuğunu söylüyor. Yine de pek spor muhabbeti yapıldığına şahit olmamış. Ama bazen, yazılarına hayran olan meyhane arkadaşları Çupi’yi kızdırırmış: “Biz dalga geçerdik İslam Abi ile ‘Yahu sen maça gitmedin, nasıl bu kadar detayına hakimsin?’ derdik.”
Rakı, Hikmet Bey’in ömründe büyük yeri olan şeylerden biri. İlgilendiği herhangi bir spor dalı olup olmadığını sorduğumuzda aldığımız cevap şu oluyor: “Rakıdan başka spor bilmem. Bol bol rakı abi… Bir de okuma. Ama tankerle içtim ya… Benim kötü taraflarımdan bir tanesidir; hiç arşiv yapmayı beceremedim. Evdeki kutuların, fotoğrafların içerisinde ne var biliyor musunuz? Hep meyhane. Ulan bir gün de camiye git, değil mi? Yok, hep meyhane!”
Giriş
Fotoğrafları yerine koyma zamanı. Hikmet Bey, dosyasını özenle kapatıyor ve hafızasını açıyor: “Çocukken sinemaya meraklıydım ama herkes gibi avantür filmleri izlerdim. Zaten başka şey yoktu ki! Kovboy filmleri vardı. Ya futbol oynardın ya da benim gibi sokak serserisiysen sinemaya giderdin.”
‘Emek macerası’ ise yirmili yaşlarının ortasında başlamış: “1956’da Almanya’ya işçi olarak gidecektim, Emek’te de zabıta olmak isteyenleri sınava sokuyorlardı. O sinemanın kokusunu aldıktan sonra ne Almanya kaldı ne başka bir şey! Hiç unutmuyorum; bir kasiyer vardı, Ayfer. Bana ‘Sen o sinemanın tozunu aldın ya, nah gidersin bir yere, gidemezsin!’ demişti. Ne kötü hastalıkmış abi bu ya, ne kötüymüş. Bütün hayatım allak bullak oldu, hep sinema, hep sinema, hep sinema…”
Hikmet Bey bunları anlatırken gururu ve hüznü öne çıkıyor. Türkiye’deki ilk sinema grevini hiç unutmuyor: “Sosyalisttik. Bülent Ecevit de dönemin çalışma bakanı. Sinemada çalışıyoruz, yer gösteriyoruz fakat işçi kapsamında sayılmıyoruz. Ne yapalım ne edelim dedik. İçimizde o mücadele ateşi yanıyor. Karar verdik, greve gittik. Sinemada grev, düşünebiliyor musun? Vaki değil. Ankara’dan müfettiş geldi, para aldık. İşçiliğimizi orada ispat ettik. Orada en büyük şansımız Ecevit’in bakan olmasıydı.”
Politikayla imtihan bazen sinemanın başına bela olurmuş. Bilhassa 1970’lerde oynatılacak filmler konusunda hem sağdan hem soldan baskılar varmış. Bunun yanında, bazen salonu farklı toplantılara kiraya verirlermiş: “Bir gün işler durgun, sinemayı verdik bir toplantıya. Fıçıyla votka var, herkes mis gibi. Yalçın Küçük çıktı sahneye, konuşuyor. Ezandan açıldı konu. Can Yücel bir kalktı, ‘Ulan i.ne, ezandan bir şey isteme bari!’ diye bağırdı, birbirlerine girdiler. Biri upuzun, diğeri kısacık adam. Sonra tabii kestik salonda votkayı falan.”
1980’lerin ortasında başlayan İstanbul Film Festivali, uzun yıllar Emek Sineması ile özdeşleşen bir etkinlikti. Hikmet Bey, festivalin kattıklarının altını çiziyor: “Festival seyirciye jeneriği öğretti. Makinistlere filmi kapatmamayı öğretti. Çünkü biliyorsunuz, makinistler ne yapar? Filmi çat diye kapar gider bitince. Jeneriği göstermez. Oysa ki jenerikte güzel müzik vardır. Sinemalara bu disiplini Hülya Uçansu, Şakir Eczacıbaşı getirdi. Onat Kutlar, Vecdi Sayar, Atilla Dorsay… Türkiye’de sinema bir yere geldiyse bunların hizmeti büyüktür. Bakma sen Dorsay ile çok geçinemezdik. Vecdi ile hiç geçinemezdik. Ama çok iyi insanlardır, çok da emekleri vardır.”
Festival aynı zamanda dünyaca ünlü isimleri Hikmet Bey’in rakı arkadaşı yapmış: “Emek kimleri ağırlamadı ki? Catherine Deneuve, Sophia Loren, Elia Kazan, Theo Angelopoulos.. Çoğuna ‘Atatürk ikramı’ yapardım, rakı ile leblebi verirdim. Bazı yönetmenleri sık sık çağırırlardı son yıllarda. İsimlerini hatırlamıyorum çok. Mesela o İranlı yönetmen var ya, can ciğer olmuştuk onunla artık. Elia Kazan’ı yakından tanırım, arka sıralara otururdu hep.”
Seyirci ve filmler de en az bu koridorlar ve ünlüler kadar hayatında yer edinmiş. Hikmet Bey, binlerce film izlediğini, çoğunun isimlerini hatırlayamadığını söylüyor. En unutamadığı eserlerden biri ise Batı Yakası Hikâyesi. Emek’te tam 26 hafta oynayan film özel bir tutkuna da sahipmiş: “Batı Yakası Hikâyesi oynuyor. Bir kızcağız da George Chakiris’e aşık. Ya her gün gelir mi bir insan? Her gün o çocuğu görmek için gelirdi. Ne afişler, ne fotoğraflar verdim ona.”
Sporla ilgisi olmasa da favorileri arasında spor filmleri de var. İngiliz yönetmen Lindsay Anderson’ın çektiği, başrolündeki Richard Harris’in yeni yükselen, çevresindeki herkesten büyük olduğunu düşünen bir ragbi yıldızını canlandırdığı This Sporting Life bunlardan biri. Sözü ona bırakalım: “Brahms Sever Misiniz filmini hiç unutmam. Ayrı Odalar’ı severdim. Bir Sporcunun Hayatı çok iyi filmdir. ‘Ulan ne oldum delisi olma pe.evenk’tir o filmin mesajı. Siz seyrettiniz mi o filmi? Ne olursan ol, bütün olay insanın bir yere geldikten sonra hazmetmesi olayıdır. Hazmetmek lazım.”
Sonuç
Ne olursan ol, bütün olay insanın bir yere geldikten sonrası hazmetmesi olayıdır. Bugünlerde, Emek Sineması’nın ‘yenisi’nin tanıtımlarında Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın salonda iki kollarını açarak çektirdiği fotoğrafları gördüğümde bu cümle düştü aklıma. Emek Sineması 2009’da kapatılmış, 2013’te tamamen yıkılmıştı. Yenilenen binada Emek’e benzer görüntüde olan bir sinema, eski yerinden birkaç kat yukarıda olacak. Bir zamanlar kapısının önünde lafladığınız, birkaç adımla salonuna ulaştığınız sinema artık sıradan bir alışveriş merkezi yürüyen merdiven sinemasına dönüşecek.
Hikmet Bey de söz ne zaman bugünlerden açılırsa hüzünleniyor. Emek yıkıldığında bunalıma girdiğini, yeni yeni kendine geldiğini söylüyor. İstanbul’dan ayrılmak da onu sarsmış: “Cihangir’de oturdum yıllarca. Ev sahibi kadıncağız ölünce daire akrabasına kaldı, o da 2 bin 500 lira istedi. Allahtan Çınarcık’tan yazlık almışız. Yoksa sokakta kalacaktık.”
Yıkım sürecini, o dönemki kavgaları, protestoları hatırlatıyoruz: “Kimse bizi adam yerine koymadı. Tezgâh hazırdı, bitmişti her şey. Biz boşuna popumuzu yırttık. Ama şu var; hakikaten zorlanıyordu sinema son dönemde, para kazanmıyordu, günde 50 kişiye oynuyordu filmler, personelin maaşları zor ödeniyordu. Bir tek festivalde dolardı, onun katkısıyla ayakta kalıyorduk. Isıtamıyorduk sinemayı. Hakikaten bir şeyler yapılmalıydı. Ama yıkılmayacaktı be abi, yıkılmamalıydı! Hiç unutmuyorum; yabancı konuklar gelirdi, o sinemayı bir görürlerdi, perde böyle açılıyor, her taraf pırıl pırıl, düzayak üzeri… Kim ne derse desin, Emek’in o büyüsünü bulma imkânın yok. Bulamazsın. Belki çok şık olabilir ama o büyüyü bulamazsın.”
Hikmet Bey, o sokaktan artık geçemediğini de belirtiyor. İki kere yanmaktan kurtardığı sinema, komşu mekanlar, eski ahbaplar, yıllarca dostluk kurduğu ve beslediği hayvanlar, hafızadan silinmeyen anılar… Bütün bunlar o sokakta kaldı: “Kaç yıl oldu, o sokaktan geçmedim. Yıkıldıktan sonra meyhaneye giderken bile arkadan dolaşırdım. Çok anılarım var çünkü.” Yine de eğer çağırılırsa yeni sinemayı bir görmek istediğini söylüyor. Anılarının dönüştüğü şeyi…
Jenerik
Geri dönme zamanı. Artık röportajın sonuna geliyoruz. İslam Çupi’nin ‘Emek’ başlıklı yazısını bir rakı masasında bırakmıştık. Çupi, 9 Ekim 1994 tarihli yazının son bölümünde, Hikmet ile yaptığı nostaljik sohbeti anlatırken şöyle bir cümle kurar: “Eskileri konuşuruz… Emek’in yenisini hiç düşünmeden…” 11 Mart 2016’da bu satırları gören Hikmet Dikmen gözlerine inanamadı. Birkaç kez arka arkaya “Nasıl da bilmiş İslam Abi o günlerde, inanamıyorum” diyordu, bizim için Çınarcık macerası biterken…
Bu röportaj da burada sona erdi. Lütfen, hemen ayağa kalkmayın. Bu, seyircisiyle hep kibar bir ilişki kuran Hikmet Bey’in kızdığı tek şey: “Adam ömrünü vermiş bu işe, sinema yapmak ne kadar zordur, ne kadar zordur. Biz oturur iki saatte izleriz filmi. Ama onun hizmeti, emeği başkadır. Aynı sahneyi bazen on kez çekerler. O emeğe haksızlık yapılıyordu, jenerik kesiliyordu. Ve düşünün, sonda çok güzel müzik vardır. Sizi alıp götürür. O yüzden kızarım, hemen kalkıp giden seyirciye. Otur be, sen sinema seyircisisin, aklı başında insansın!”
Evet, şimdi kalkabilirsiniz.