“Büyükbabam, herkes öldüğü zaman geride bir şey bırakmalı, derdi. Bir çocuk, bir kitap, bir resim, bir ev, yapmış olduğu bir duvar ya da bir çift ayakkabı. Ya da ekili bir bahçe. Ellerinin bir şekilde dokunduğu ve ruhunun öldüğü zaman gidebileceği bir şey, öyle ki insanlar senin diktiğin ağaç ya da çiçeğe baktığı zaman seni orada görebilsinler. Ne yaptığın önemli değil, derdi, yeter ki sen ellerini onun üstünden çektiğin zaman, ona dokunduğun zamanki halini değiştiren bir şey yapmış olasın. Otları sadece biçen bir adamla, gerçek bir bahçıvan arasındaki fark dokunuştadır. Otları biçen bir adam orada hiç bulunmamış gibidir fakat bahçıvan ömür boyu oradadır.”
Ray Bradbury / Fahrenheit 451
Muhammed Ali, 1967’de Vietnam Savaşı’na karşı tepkisini dile getirmiş ve savaşa katılmayı reddettiği için ağır sıklet dünya şampiyonluğu elinden alınmıştı. Lisansı da iptal edilip boks maçlarından da men edilen Ali’ye destek için siyah hakları adına Cleveland’da büyük bir toplantı düzenlenmişti. Ali’ye bu konuda dayanışma amacıyla toplantıya çağrılan Bill Russell, Jim Brown gibi yaşayan siyah spor efsaneleri arasında 20 yaşındaki genç kolej basketbolu yıldızı Ferdinand Lewis Alcindor Jr. da vardı. Yanındaki Ali, Russell ve Brown gibi isimler onun için birer idol ve mentor gibiydi. Orada olmak onun için çok önemliydi. Malcolm X ve Martin Luther King Jr. gibi o dönemin siyah hakları savunucuları genç Alcindor’un en etkilendiği isimlerdi.
1964’te 17 yaşındayken büyüdüğü Harlem’de siyahların sahip olduğu bir gazete için yaz stajı yaparken Dr. King ile bir röportaj yapma şansı bile bulmuştu. Yazar olmak belki de en büyük isteklerinden biriydi. Ancak bunun için beklemesi gerekecekti. Zira daha 16 yaşındayken ülkenin en yetenekli ve meşhur lise basketbolu yıldızıydı.
Lew, New York’ta orta sınıfa mensup bir ailenin çocuğu olarak büyürken ilk hayal kırıklığını yedinci sınıfta yakın arkadaşı beyaz tenli Johnny ona ‘maymun’ ve ‘pis zenci’ benzeri hakaretlerle seslenmeye başlayınca yaşamıştı. Babası Julliard mezunu bir caz müzisyeni ama aynı zamanda bir polis memuruydu. Caz merakı ve zevki aileden mirastı. Anne ise onun iyi eğitim alıp beyzbolda siyah bariyerini yıkan Jackie Robinson gibi okumasını istiyordu. Alcindor da bir beyzbol ve Brooklyn Dodgers hastasıydı. Artık üniversiteye gitme vakti geldiğinde ise idolü ve annesinin de kahramanı Jackie Robinson’ın okulu UCLA’i tercih ediyordu. Akabinde yapacağı tercih ise başını çok ağrıtacak ve belki de bütün kariyerini etkileyecekti. Efsane koç John Wooden yönetiminde üç kez üst üste NCAA şampiyonluğu yaşayan Alcindor ülkenin en büyük basketbolcusu olma yolunda ilerlerken, ülke çapında siyahlara karşı yapılan baskıya tepki olarak 1968 Mexico City Olimpiyat Oyunları’na gitmeyi reddetti. Ülkesine sevgisi sürekli sorgulanmaya başladı.
NCAA turnuvasını öyle domine ediyordu ki yaptığı smaçlar nedeniyle Kolejler Birliği ligde smaç yapmayı yasaklamıştı. Buna Alcindor Kuralı denirken yıllar sonra NY Times’a verdiği röportajda beyaz olsa bu kuralın o günlerde uygulanmayacağından dem vuruyordu. Bu kurallara rağmen NCAA’i domine ettikten sonra sıra NBA’deydi. İlk sezonunda yılın çaylağı olduktan sonra, 1971’de henüz ikinci yılında Milwaukee Bucks takımını Oscar Robertson ile beraber şampiyonluğa taşırken kendi yarattığı sky hook (çengel atış) alametifarikası hâline gelmeye başlamıştı. Fakat imzası olacak bir başka karar almak üzereydi. Müslüman olup Kareem Abdul-Jabbar ismini aldı. Bu büyük bir etki yaratmıştı. Daha da önemlisi ona karşı değerlendirme kriterleri değişmeye başladı. Ligi domine etmesine rağmen eleştiri eşiği çok düşmüştü. Hep çengel atış yaptığı için oyunu sıkıcı bulunuyor, güya sadece play-off’larda gerçek basketbolunu oynuyordu. Milwaukee’de kendini iyi hissetmediğini söyleyip sürekli takasını istemesi de ona yardımcı olmuyordu.
1975’te LA Lakers’a geçtikten sonra da Wilt Chamberlain ile karşılaştırılma yükünü ve huysuz-soğuk yıldız mirasını üzerinde taşımak zorunda kaldı. Mesela Magic Johnson’a nazaran daha soğuk olmasının Jabbar’ın 1980 NBA Final serisinde MVP seçilmemesine bile sebep olduğu söylenir. O seride 33.4 sayı, 13.6 ribaund, 4.6 blok, 3.2 asist ortalamalarıyla pota altını domine eder ve kritik beşinci maçı sakat sakat kazandırır. Altıncı maça çıkamaz ve o maç pivot oynayan çaylak Magic Johnson unutulmaz bir maç oynayıp finaller MVP’si olur.
Wilt Chamberlain veya Magic Johnson gibi isimlerin aksine bilhassa basınla ilişkilerini sürdürmekte hep zorlandı. Dışardan huysuz, kayıtsız ve kibirli gözüküyordu. Hâlbuki durum farklıydı. Buna Kareem Abdul-Jabbar yakın zamanda Esquire’a yazdığı “30 yaşımdayken keşke bilseydim dediğim 20 şey” başlıklı yazısında açıklık getirmişti. “Utangaçlığım ve içe dönük olmam muhabirler ve insanlarla aramda sorunlar yarattı. Basketbol sahasında rahattım ama dışarıda o büyük ilgiyi nasıl idare edeceğimi bilemiyordum. Ben gizli bir inektim. Her yerde tarih kitapları okurdum iletişim kurmayayım diye. Kitaplar benim kalkanım gibiydi. “
Kareem Abdul-Jabbar NBA’de oynadığı 20 yılda 6 şampiyonluk, 6 sezon ve 2 Finaller MVP’si kazanıp tarihin en fazla sayı atan oyuncusu olarak emekli oldu. Sürekli parmak gelen gözlerini korumak için taktığı gözlüğü de ikonlaştı. 1980’lerde Magic Johnson Lakers’a geldikten sonra elde ettiği başarıların yanı sıra karakterinde de değişimler olmaya başladı. Bırakacağı mirasa daha fazla kafa yorduğu dönemlerdi. Bu kadar başarıya rağmen onu nasıl hatırlayacaklardı. 1972’den sonra 1985’te bu kez Celtics’e karşı oynadığı efsanevi final serisi ile MVP olarak devamlılık ve uzun ömürlü kariyer bakımından sürekli rekorlar kırıyordu. Bunda yogaya ve doğu mistisizmine merak salmasının rolü çok fazlaydı. Bruce Lee filminde oynayacak kadar Uzak Doğu dövüş sanatlarına da aşina olduktan sonra ise 80’lerde önce kendini de tiye aldığı Airplane filmini çekti. 40 yaşında son bir NBA final serisi oynayıp emekli olduktan sonra da sinemayı tarihçiliği, politik aktivistliği ve gençlik hayali olan yazarlık takip etti. Yıllardır Time, Esquire, Huffington Post gibi mecralarda yazılarını kaleme alırken geçtiğimiz aylarda 10. kitabı olan ve çocukluğunu-gençliğini anlattığı Becoming Kareem adlı otobiyografisini yayımladı. Sadece insan hakları, eşitsizlikler, ve sosyal adalet üzerine makaleler ya da biyografik kitaplar değil tarih ve dedektiflik konulu kitaplar da yazıyor. Onun için yapılan Kareem: Minority of One adlı belgeselde ise manidar şekilde Nina Simone’dan Misunderstood (Yanlış anlaşılan) şarkısı fonda çalıyor.
Belki de bu sosyal medya çağında sporcu olsaydı ona karşı bakış açısı farklı olurdu. İşin garibi artık tarihin en büyük basketbolcusu tartışmalarında yazar-aktivist olarak daha fazla yer buluyor. Cleveland’daki o toplantının üzerinden 50 yıl geçti ve hem Jabbar hem de Russell önceki yıl Başkan Barack Obama’dan Birleşik Devletler’deki en yüksek sivil ödül olan Başkanlık Özgürlük Madalyası aldılar. Artık LeBron James, Stephen Curry, Colin Kaepernick gibi spor yıldızları onlardan ilham alıyorlar. Bugünlerde 70 yaşında ve anlattığına göre son çengel atışını eleştirdiği Donald Trump’ın ona gönderdiği tepki notunu buruşturup çöpe atarak yapmış…
Bu sayı; günün şartlarına göre düşüncelerinden ve karakterinden ödün vermeyen, geleceğe iyi insanlığı miras bırakmaya çalışanlar için…