Ötekileştirme nedir? Kişi ya da grupların, farklı olanın kötü olduğu düşüncesi üzerine geliştirdiği söylemler bütünüdür. Bir şekilde gücü eline geçirenler, tarih boyunca bir ‘öteki’ye ihtiyaç duymuştur. Öteki, onların kendileri ya da fikirlerini yüceltebilmesini sağlar. Aranır, bulunur ve düşmanlaştırılır. Kimliği toplumdan topluma, dönemden döneme sürekli değişir ötekinin. Bazen kadındır, bazen azınlıkta kalmış bir kültür, kimi zaman farklı bir siyasi düşüncenin peşindekiler, hatta gerçek anlamda altüst edilmiş toplumlar için artık kendinden olmayan herkes…
1900’ler başı Amerika Birleşik Devletleri’nde yerliler, yani bir başka deyişle Kızılderililer, önde gelen ötekilerdendi… ‘Dünyanın en iyi atleti’ Jim Thorpe ise bu bedeli ağır şekilde ödeyenlerden biriydi. 1912 Stockholm Olimpiyatı’nda iki altın alan bu çok yönlü sporcunun yaşadığı hayat ile layık olduğu arasındaki mesafe ise egemen ile öteki arasındaki farkın somutlaşmış hâliydi.
-1-
Parlak Yol (Wa-Tho-Huk). Her şeyin başında, görünen sadece buydu. Bir Kızılderili kabilesi olarak Oklahoma’da yaşayan Sac ve Fox Ulusu’nun geleneklerine göre yeni doğan bebek, annenin o anda gördüğü ilk imge ile isimlendiriliyordu ve Mayıs 1887’de Prague şehrinde dünyaya gözlerini açan ikizlerden birine, doğumun gerçekleştiği kulübenin yoluna vuran güneş ışığından hareketle bu isim verilmişti. Nüfusa kayıtlı ismiyle Jim Thorpe ve ikizi Charlie, babalarının çalıştığı at çiftliğinde balık tutarak, yüzerek, oyunlar oynayarak ve bazı günlük işlere yardım ederek büyüyorlardı. Oklahoma’daki yerli okuluna da birlikte gittiler.
Parlak yola ilk gölge, 1896 yılında düştü. Zatürre hastalığı, Charlie’nin öyküsünü erken bitirmişti ve Jim artık tek başınaydı. Zar zor devam ettiği okul, onun için büsbütün bir kâbus haline gelmişti. Sık sık kaçmaya başlayınca babası tarafından Kansas’a, yerlilerin gittiği bir yatılı okula gönderildi. Burada Amerikan futbolu ile tanıştı ve yetenekleriyle kısa sürede sivrildi. Bir takım arkadaşının ona hediye olarak kilim parçalarını deri şeritlerle kaplayarak yaptığı topla, kendi maçlarını organize etmeye başladı. Genellikle sahanın yaşça en küçük oyuncusuydu.
O günlerde, babasının avlanırken vurulduğunun ve ölmek üzere olduğunun haberini aldı. Yaklaşık 450 kilometreyi yürümek üzere yola çıktığında 12 yaşındaydı. İki hafta süren yolculuğun ardından çiftliğe ulaştığında, babasını iyileşmiş buldu. Ancak birkaç ay sonra kötü haber, annesinden geldi. Vakit, dönüş vaktiydi. Yakınlardaki bir okula yazıldı ama parlak bir öğrenci olmayı asla başaramadı. Okul sonrası oynanan beyzbol maçlarında ve çiftlik işlerinde ise durum farklıydı. Jim Thorpe henüz 15’inde, en vahşi atın dahi dilinden anlıyor, ona semer vurabiliyor ve binebiliyordu.
16 yaşında Pensilvanya’ya gitti ve Amerikan futbolu takımıyla ünlü Carlisle Yerli Endüstri Okulu’na yazıldı. Burada tarihin en başarılı Amerikan futbolu koçlarından Pop Warner ile çalıştı. O dönemki 1.65 boy ve 52 kiloluk cüssesiyle üniversite takımında oynaması söz konusu olmasa da iyi bir oyuncu olduğunu belli ediyordu. Tam yeni hayatına alışmıştı ki bu defa babasının ölüm haberini aldı. Bir kez daha okulu bırakıp çiftliğe dönerek orada çalıştı. Carlisle’a ikinci gidişi, hayatının dönüm noktası olacaktı.
-2-
Efsaneye göre, üniversite takımı yüksek atlama antrenmanı yapıyor ancak kimse 1 metre 75 santim yüksekliğindeki çıtayı aşmayı başaramıyordu. Çalışmayı izleyen Thorpe, denemek için izin istedi. Üzerindeki günlük kıyafetlere ve bunu hayatında ilk kez denemesine rağmen çıtayı aştı. Ertesi gün, Pop Warner tarafından odaya çağrıldı.
— Ne yaptığını biliyor musun?
— Umarım kötü bir şey değildir.
— Kötü… Evlat, okul rekorunu kırdın!
Bu ilk sıçrayışın ardından Thorpe, beş yıl içinde en yükseğe, olimpiyat altınına kadar uzanacaktı. Okul takımına alınmakla başladı. Onu çalıştırması için Amerikan futbolu takımının yıldızı Albert Exendine’i görevlendiren Warner, öğrencisinin beyzbol oynama isteğini ise maçlar atletizm sezonuyla çakıştığı için karşılıksız bıraktı. Ancak Thorpe, beyzbol ve Amerikan futbolunu, atletizme tercih ediyordu. Aynı yılın sonuna doğru katıldığı bir Amerikan futbolu antrenmanında gösterdiği performansla hocasının aklını çelmeyi başardı. Takıma girdiyse de ilk iki sezonunu sıradan bir oyuncu olarak geçirdi.
1908, olimpiyat yılıydı. Thorpe, o yaz yüksek atlamadaki yeteneğini hatırlayarak olimpiyat elemelerine katıldı. Sonuç negatifti. Carlisle’daki iki takım arkadaşının başarılı olduğu denemelerde o dışarıda kaldı. Oklahoma’daki ailesinin yanında geçirdiği yaz sonu okula döndüğünde, onu görenler dönüp bir kez daha bakma ihtiyacı hissettiler. 21 yaşındaki Thorpe, büyük bir fiziksel gelişim kaydetmişti. Artık boyu 1.80’in üzerinde, vücudu da aynı oranda kuvvetliydi. Üstelik futboluna da yeni yetenekler katmıştı.
Carlisle’daki üçüncü sezonuna fırtına gibi başladı. Çok geçmeden bir hayran kitlesi edindi. Bunu, takım kaptanlığı izledi. Sezonlar birbiri ardına geliyor; Thorpe, Amerikan futbolu sezonu bittiğinde basketbol oynuyor, arada atletizme devam ediyor, fırsatı oldukça beyzbol, tenis, yüzme, güreş, lakros gibi pek çok sporda boy gösteriyordu. Profesyonel bir spor kariyerine sahip olmayı o günden kafasına koyduğu için, tüm bunlar içinde ona en yakın gelen, ABD’de tanınan tek profesyonel spor olan beyzboldu. Bu spor piramidinin en alt basamağında da Warner’a “Bu kadar uğraşmanın ne anlamı var? Bomboş bir spor” dediği atletizm vardı. Ülke çapında dikkat çekmesini sağlayan ilk spor ise Amerikan futbolu oldu. Çok farklı pozisyonlarda oynadığı 1911 sezonunda takımını neredeyse tek başına şampiyon yapmıştı. O yıl -kolej sporlarında ABD’nin en iyi sporcularına verilen- All-American unvanına layık görüldü.
-3-
Stockholm’e giden gemide Amerikalı atletler antrenman yaparken uyumayı seçen biri vardı. Atletizm antrenörlerinden Mike Murphy, hamakta bulduğu sporcuya çalışması için ısrarcı olduğunda, gözleri kapalı hâldeki öğrencisinden şu cevabı alacaktı: “Sadece ne kadar yükseğe zıplayacağımı gözümün önüne getirmeye çalışıyorum.”
1912 Stockholm Olimpiyatı öncesinde iki yeni branş ortaya çıkmıştı. Farklı disiplinlerin tek branşta birleştiği dekatlon ve pentatlon, hiçbir eğitimi olmadan sporun neredeyse bütün dallarında başarılı olabilen Jim Thorpe’un dikkatini çekmişti. Mayıs ayında New York’ta yapılan olimpik denemelere katıldı. Henüz sadece üç disiplinde maharetini sergilemişti ki komite onu ‘deneyecek bir şey kalmadığı’ gerekçesiyle eve yolladı.
Kızılderili sporcu, o gemiyle, uzun atlama ve yüksek atlama ile birlikte toplam dört branşta ABD’yi temsilen olimpiyata gidiyordu. Pentatlon ve dekatlondaki disiplinlerin birçoğuyla ilişkisinin maksimum iki ay önceye dayanması, elbette ona engel olamayacaktı. Her iki dalda da altın madalyanın sahibi olduğunda, bir rekabetten söz etmek dahi mümkün değildi. Pentatlondaki beş müsabakadan dördünü zirvede bitirdi. Dekatlondaki on yarışmadan yine dördünü kazandığı gibi, 29 atletin katıldığı yarışların hiçbirinde dördüncülükten kötü bir derece yapmadı. Madalya töreninde, her olimpiyatta hatırlanan ve dekatlon şampiyonlarının aldığı unvanın kaynağını oluşturan o meşhur diyalog gerçekleşti. İsveç Kralı Gustav, madalyasını verirken ona şöyle hitap etti: “Siz bayım, dünyanın en iyi atletisiniz.” Thorpe’un cevabı netti: “Teşekkürler Kral.”
-4-
Olimpiyat dönüşü Jim Thorpe, üstü açık bir arabanın arkasına oturtulup Broadway’de gezdirildi. Binlerce insan, onun ismini haykırıyordu. “Bir insanın bu kadar çok arkadaşı olabileceğini bilmezdim” diyen olimpiyat kahramanına kısa süre sonra bir de mektup ulaştı. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı William Howard Taft imzalı mektupta, Kızılderili atletin başarısının örnek bir Amerikan vatandaşını sembolize ettiği yazıyordu. Ancak belli ki başkanın haberinin olmadığı bir durum vardı. Thorpe, tıpkı Sac ve Fox Ulusu üyesi diğer Kızılderililer gibi, tam bir vatandaş değildi. Gazeteler, gerçekle kurguyu birleştirdiği ‘soylu vahşi’ haberlerini yazadursun, o en basitinden, aldığı mektubun yazarı için oy bile kullanamıyordu. Bu ironik durum, Thorpe’un olimpiyat dönüşü Carlisle futbol takımı adına yaptığı 25 touchdown ve toplamda 198 sayıyla bir kez daha All-American seçilmesiyle sürerken, çok geçmeden ‘ışıklı yol’un karanlıklara bürüneceği günler kendini gösteriyordu.
1913 yılının Ocak ayında, Worcester Telegram gazetesinin bir yazarı, Jim Thorpe’un profesyonel beyzbol oynadığını köşesine taşıdı. Diğer gazeteler, olayın peşine düşmekte gecikmedi. Bu iddia yalan değil fakat eksikti. Olimpiyat şampiyonu atletin beyzbol oynadığı, zaten Kuzey Carolina’da bilinen bir gerçekti. Dönemin neredeyse tüm sporcuları, diğer olimpiyat şampiyonları dâhil, profesyonel sporlarda yer alıyor fakat amatör statülerini kaybetmemek için müstear isim kullanıyorlardı. Olayın vuku bulduğu 1909 yılında doğru düzgün İngilizce bile bilmeyen Thorpe ise Kızılderili ismiyle sahadaydı, zira öyle yönlendirilmişti. Bunun da arkasında, o dönemde halkın Kızılderilili sporculara gösterdiği ilgi yatıyordu. Wa-Tho-Huk, Kuzey Carolina’da maç başına iki dolar karşılığı oynarken, hocası Pop Warner batıdan gönderdiği Kızılderili sporculardan senede 200 bin dolar para 5 kazanıyordu.
Olay açığa çıkınca, yaz beyzbol ligindeki garip ilişkiler yumağı, ülke gündemine oturdu. Jim Thorpe sadece bir örnekti, onun gibi yüzlercesi vardı ama bu olayın daha fazla büyümeden kapanması için Amatör Atletizm Birliği’nin (AAU) bir günah keçisine ihtiyacı vardı. Bu isim, beklendiği gibi Thorpe oldu. Ona bir itiraf mektubu hazırlatılarak AAU’ya gönderildi. Sporcunun amatör statüsünü iptal eden kurul, Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nden (IOC) de aynı talepte bulundu. Ya kamuoyu tepkisi? Bir yerli için, tabii ki yok denilecek kadar azdı. Dönemin olimpiyat kuralları gereğince itirazların bir ay içinde yapılma zorunluluğu dahi hiçbir şey değiştirmedi ve nihayetinde madalyaları ve 50 bin dolar civarındaki ödülleri Thorpe’tan geri alındı.
-5-
Maruz bırakıldığı durum, şampiyon atletin spordaki başarısını dizginlemeye yetmedi. Hatta bir açıdan ona yardımcı olduğu bile söylenebilirdi. Profesyonel beyzbol takımlarından teklifler almaya başlayan Thorpe, bu spora Amerikan futbolunu da ekledi ve 1913’ten 1929’a dek bazı sezonlarda beyzbol, bazılarında ise futbol oynayarak kariyerini sürdürdü. İki sporu da en üst seviyede icra etmekle kalmadı, Amerikan futbolunu yaygınlaştıran en önemli isim ve -sonraları NFL adını alacak- Amerikan Profesyonel Futbol Federasyonu’nun ilk başkanı oldu. Sahada ise ilk büyük Amerikan futbolu yıldızıydı. O oynamıyorken ortalama 1200 kişinin izlediği maçlara o varken 8 ila 10 bin seyirci akın ediyordu.
Thorpe’un futboldaki meziyetleri de atletizmle benzerlik taşıyordu. Her zaman topa neredeyse onun kadar iyi vuran, onun kadar iyi defans yapan, onun kadar hızlı ya da onun kadar güçlü oyuncular vardı. Ama bu başlıkların hepsini o seviyede yapmanın yanına yaklaşabilen kimse yoktu. Bu doğal yeteneğin spor arenalarında yapamayacağı hiçbir şey yok gibiydi. Dünya eski ağır sıklet boks şampiyonu Max Baer, bir ara ona boksör olmasını teklif etti. Jim’in şampiyon olacağına inanıyordu. Karışık fikstüründe bir yer açabilse büyük ihtimal olurdu da… Balo dansında dahi, en iyisiydi.
Ne var ki bu olağanüstü spor kariyerini, başarılı bir iş hayatı takip etmedi. Jim Thorpe’un sporu bıraktığı 1929 yılında, ABD tarihinin en zor dönemlerinden biri kapıdaydı. Ekmek sıraları, aşevleri ve tarif edilemez bir yoksullukla anılan Büyük Buhran, etkilerini göstermekte gecikmedi. Şanslı olanlar, günde üç dolarlık işler bulabiliyordu. Thorpe, bulamadı. Ortadan kaybolduktan bir süre sonra, bir spor yazarı ona Los Angeles’taki bir çiftler dans maratonunda (O dönem çıkan, çiftlerin yorgunluktan yere düşene kadar dans etmesine dayalı bir furya) hakemlik yaparken rastladı. Olimpiyat şampiyonunun kente gelişinin arkasında yatan asıl neden ise filmlerde rol bulma umuduydu. Buhran döneminde ayakta kalabilmek için cinsellik ve şiddete yönelen Hollywood’da kovboylar ve Kızılderililere karşı çılgınca bir ilgi baş göstermişti. Bir süre sonra aradığı şansı bulduysa da; konuşmayı pek sevmeyen, çekingen biri olarak Thorpe, hiçbir zaman iyi bir aktör olamadı. Sadece gariban rollerde oynadı. Ya sarhoştu, ya yabani, ya da bir evsiz. Her daim erkenden vurulan bir figürandı.
Bunlar, kabiliyeti oranında kendisine verilmesi adil rollerdi. Ancak adaletsizlik, Thorpe’un hayatına bu defa bir başka kılığa bürünerek nüfuz ediyordu. Normal bir figüran 15 dolar kazanırken, Kızılderililer için bu miktar yarıya iniyordu. Attan düşmenin kaşesi 150 dolarken, yerliler için hak görülen ücret sadece 25 dolardı. Bunun mücadelesini veren bir zamanların kahraman sporcusunu bekleyen son, hiç de sürpriz olmadı; kariyeri bitti. Ardından sözcü oldu. Ülkenin dört bir yanına gidip konuşmalar yaptı; Kızılderili kavimlerinin kendi topraklarını geri alabilmesi için mücadele etti; Sac ve Fox bölgesinde üretilen zeytinyağının gelirleri için savaştı; tiyatrolarda, kiliselerde, oditoryumlarda konuştu. Bazen eski bir olimpiyat şampiyonu ve sağlıklı bir adam sıfatıyla, bazense bilinçli bir Kızılderili olarak, ezilen bir halkın beyazların dünyasındaki var olma savaşı hakkında…
-6-
İki altın aldığı olimpiyattan yirmi yıl sonra, 1932 Olimpiyat Oyunları Jim Thorpe’un yaşadığı Kaliforniya eyaletinde yapılıyordu ancak ne onu davet eden biri vardı ne de onun bilet alacak parası. Bu durumun dilden dile yaygınlaşmasıyla birlikte ABD’nin dört bir yanından AAU’ya protesto mektupları yağmaya ve gazeteler konu hakkında haberler yapmaya başlamıştı. Binlerce Amerikalı, Thorpe’un biletini karşılamak için gönüllü oldu. Onlardan biri, çocukluğunun bir bölümünü Kızılderililerle birlikte geçiren Başkan Yardımcısı Charles Curtis’ti. Eski olimpiyat şampiyonu, başkanlık locasında oturduğu gün 105 bin seyirci tarafından ayakta alkışlandı. Ve olimpiyatın ardından, hayatını kazanmaya çalışan bir Kızılderili olmaya devam etti.
Bu sıkıntılı hayat 1953 yılında sona ermeden kısa bir süre önce Thorpe, Associated Press yazarları tarafından yüzyılın ilk yarısının en iyi sporcusu seçildi. NFL Şöhretler Müzesi’ne alınması da dâhil olmak üzere çok sayıda unvana layık görüldü. Ölümünün ardından Carlisle yakınlarında gömüldüğü ilçeye ismi verildi ve nihayet 1982 yılında da IOC tarafından madalyaları iade edildi.
Jim Thorpe, Kızılderililer adına sözcülük yaptığı dönemdeki bir konuşmasında şöyle söylemişti: “Bir yerli olduğumu hiç unutmadım. Hiçbir yerli bunu unutamaz. Biz bu ülkeye; bu kıyılara ulaşan ilk beyazdan çok önce yerleştik ama bu devletin vasileri olduk. Yerlilerin içlerindeki aşağılık kompleksini dökmelerine ve normal birer vatandaş gibi yaşamalarına izin verilmeli.”
Kendisi, ne yazık ki bu imkânı hiçbir zaman bulamadı. Ne sıradan bir vatandaşla eşit şartlara sahip olabildi ne de hayatı boyunca geri istediği olimpiyat madalyalarını tekrar eline alabildi. Ama o da ‘öteki’ olmanın reva görüldüğü çoğu kişi ya da toplum gibi tarihin iade-i itibar alışkanlığından faydalandı. Kim ne yaparsa yapsın, bunun önüne geçebilecek hiçbir güç yok. En azından bunu bilmek güzel.