*Kevin Love imzasıyla The Players Tribune‘de yayımlanan bu yazının orijinaline şuradan ulaşabilirsiniz.
5 Kasım’da, Atlanta Hawks ile oynadığımız maçın devre arasından hemen sonra panik atak geçirdim.
Nasıl olduğunu anlamadım. Daha önce başıma böyle bir şey gelmemişti. Hatta bunun gerçek olduğunu bile bilmiyordum. Fakat bu, elinizin kırılması veya bileğinizin burkulması kadar gerçekti. İşte o günden beri, akıl sağlığıyla alakalı görüşlerim tamamen değişti.
Başkalarıyla kendim hakkında bir şeyler paylaşmak benim için hiçbir zaman kolay olmadı. Ekim ayında 29 yaşıma girdim. Ve bu 29 yılın neredeyse her anında iç dünyamdaki her şeyle alakalı oldukça korumacı davrandım. Basketbol hakkında konuşmak tabii ki kolaydı; fakat bu doğal bir durum. Kişisel şeyleri paylaşmak benim için daha zordu. Geriye dönüp baktığımda ise bu tip şeyleri konuşabilecek birine sahip olmanın bana ne kadar faydalı olabileceğinin farkına vardım. Fakat bu fikri uygulamaya koymadım. Aileme, en yakın arkadaşlarıma, kimseye bir şey anlatmadım. Bunu değiştirmem gerektiğini fark ettim. Geçirdiğim panik atakla ve sonrasında olanlarla alakalı düşüncelerimi sizinle paylaşmaya karar verdim. Eğer siz de benim gibi acınızı sessizce kendi içinizde yaşayan biriyseniz, muhtemelen yaşadıklarınızı kimsenin anlamayacağını hissediyorsunuzdur. Kısmen bu paylaşımı kendim için yapıyorum. Bunu yapmamın asıl sebebi ise; insanların akıl sağlığı hakkında yeterince konuşmuyor oluşu. Özellikle de erkekler ve erkek çocuklar.
Bunu tecrübelerimden biliyorum. Bir erkek çocuğu olarak büyürken, bu süreçte nasıl davranmanız gerektiğini çabuk kavramalısınız. “Erkek olmak” için ne yapmanız gerektiğini öğrenmelisiniz. Sanki bir kural kitabı varmışcasına: Güçlü ol. Duyguların hakkında konuşma. Hissettiklerini kendine sakla. Ve bu 29 yıllık hayatımda, bu kural kitabından şaşmadım. Şu anda muhtemelen size ilk kez duyduğunuz şeylerden bahsetmiyorum. Erkeklik ve sert olmakla alakalı bu değerler artık her yerde görebileceğiniz sıradanlıkta… Ve aynı zamanda görünmez. Hava veya su gibi etrafımızı sarıyor. Depresyon veya anksiyeteye ise bu yönden daha çok benziyor.
Bu yüzden, 29 yıl boyunca, akıl sağlığının başkalarının problemi olduğunu düşündüm. Elbette, sorunlarını paylaşıp veya başkalarından yardım alıp, fayda görmüş birçok insan tanıyorum. Sadece bu, bana göre değildi. Bu yola başvurmak, sportif başarılarımı gölgeleyebilirdi veya beni tuhaf ve anormal gösterebilirdi.
Sonrasında panik atak kapımı çaldı.
Hem de bir maç esnasında.
Takvimler 5 Kasım’ı gösteriyordu. 29 yaşımı bitirmemin üzerinden iki ay, üç gün geçmişti. Atlanta Hawks ile kendi sahamızda karşılaşıyorduk. Sezonun onuncu maçıydı. O sıralar hayatımda kötü giden birçok şey vardı ve patlayacak noktaya gelmiştim. Ailemle yaşadığım sorunlardan dolayı stresliydim. İyi uyuyamıyordum. Sahada da işler yolunda değildi. Sezona dört galibiyet-beş mağlubiyet ile başlamamız sezon öncesindeki beklentilerle birleştiğinde üzerimde bir baskı oluşturmuştu.
Hava atışı yapıldıktan hemen sonra bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydım.
İlk birkaç pozisyonda ayaklarımın birbirine dolandığını fark etmiştim. Tuhaftı. Oyunumu oynayamıyordum. İlk yarıda 15 dakika süre almıştım, bir isabetli şutum ve iki isabetli serbest atışım vardı. Devre arasından sonraysa olanlar oldu. Üçüncü çeyrekte Koç Lue mola aldı. Kenara geldiğimde, kalbimin normal ritminden daha hızlı attığını hissettim. Sonrasında, düzenli nefes alıp verememeye başladım. Açıklaması gerçekten zor. Her şey dönüyordu. Sanki beynim kafamdan dışarı çıkacakmış gibi hissediyordum. Hava çok ağır geliyordu. Ağzım kurumuştu. Asistan koçumuzun bize savunma seti ile alakalı uyarılarda bulunduğunun hatırlıyorum. Kafamı sallayarak onaylıyordum; fakat aslında dediklerinin çoğunu duymamıştım. O anda, korkmaya başladım. Sahaya gitmek için ayağa kalktığımda oyuna tekrar giremeyeceğimi biliyordum. Fiziksel açıdan bitik durumdaydım.
Koç Lue yanıma yaklaştı. Onun da, bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ettiğini düşünüyorum. Ağzımdan “Hemen döneceğim” gibi bir şey çıktı ve hızla soyunma odasına doğru gittim. Sanki bir şey arıyor ve bulamıyormuşçasına odadan odaya koşuyordum. Kalp atışlarımın tekrar normale dönmesini umuyordum. Vücudum bana “Ölmek üzeresin” diyormuş gibiydi. Sonrasında ise, antrenman odasında kendimi yere atmış, sırt üstü bir şekilde uzanmış ve nefes almaya çalışırken buldum.
Devamı ise oldukça bulanık. Takım görevlilerinden bir kişi bana Cleveland Kliniği’ne doğru giderken eşlik etti. Birkaç test yaptılar. Her şey yolunda gözüküyordu ki; öğrendiğimde oldukça rahatlamıştım. Fakat hastaneden ayrılırken bir yandan şunu düşünüyordum, Bir dakika, peki az önce tam olarak ne oldu? İki gün sonrasındaki Bucks maçında sahadaki yerimi almıştım. Maçı kazanmıştık ve 32 sayıyla oynamıştım. Parkede oldukça rahat ve kendim olabildiğimi hissettiğimi hatırlıyorum. Fakat her şeyden daha rahat hissettiğim konu ise, kimse o gün Atlanta maçını neden terk ettiğimi öğrenmemişti. Elbette takım yönetimindeki birkaç kişi durumdan haberdardı; fakat çoğu bilmiyordu ya da bildiği halde kimse bunun hakkında bir şey yazmamıştı.
Aradan birkaç gün daha geçti. Parkede işler yolundaydı. Ama üzerimde bir baskı hissediyordum.
İnsanların bunu öğrenmesinden neden bu kadar korkuyordum?
Benim için tam bir uyanış anıydı. Panik ataktan sonraki zor kısmın bittiğini düşünmüştüm. Aslında durum, tam tersiydi. Bunun neden başıma geldiğini ve bunu kimseyle konuşmak istemediğimi düşünür haldeydim.
Bu durumu birçok şekilde isimlendirebilirsiniz: korku, güvensizlik, tabu… Beni endişelendiren şey, kendi içimde yaşadığım sıkıntılardan çok, başkalarıyla bunları paylaşmamın benim için ne kadar zor olduğuydu. İnsanların beni, özellikle de takım arkadaşı olarak, daha az güvenilir görmesini istemiyordum. En sonunda ise kural kitabına göre, küçüklüğümden beri yaptığım şeyleri uyguladım.
Bu, benim için yeni bir durumdu ve oldukça kafa karıştırıcıydı. Fakat tek bir şeyden emindim: olan biteni kendime saklayıp, hiçbir şey olmamış gibi yola devam edemezdim. Her ne kadar bir parçam bunu istediyse de bu panik atağı ve altında yatan sebepleri bir kenara atamazdım. İleride, belki de daha kötü bir zamanda, bu sorunlarla uğraşmak istemedim. Bu kadarından emindim.
Bu yüzden, görece olarak ufak, fakat sonrasında etkisi büyük olacak bir adım attım. Cavs, bir terapist bulmama yardımcı oldu. Bir randevu ayarladım. Burada yazıya ara vermek ve şunu söylemek zorundayım: Günün birinde bir terapistle görüşmeyi aklından geçirecek son insan bendim. NBA’deki ilk yıllarımda bir arkadaşım, bana NBA oyuncularının neden terapistlerle görüşmediğini sormuştu. Bu fikirle alay etmiştim. İçimizden birinin bir başkasıyla konuşmasının imkânı yok. O zamanlar, 20-21 yaşlarındaydım. Basketbol ile beraber büyümüştüm. Peki basketbol takımlarında? Kimse kendi çektiği sıkıntılar hakkında tek kelime etmiyordu. “Ne sorunum var ki? Sağlıklıyım. Basketbol oynayarak para kazanıyorum. Endişelenmemi gerektirecek ne var?” şeklinde düşündüğümü anımsıyorum. Herhangi bir profesyonel sporcunun çıkıp mental anlamda yaşadığı zorluklardan bahsettiğini duymamıştım. Ve bu sorunlar hakkında konuşan tek kişi olmak istemedim. Güçsüz gözükmek istemedim. Açıkçası, buna ihtiyacım olduğunu da düşünmedim. Aynı kural kitabında yazdığı gibi: ‘sorunlarını kendin çöz’, etrafındaki herkesin daha önceden yaptığı gibi.
Fakat bu, üzerine kafa yorduğunuzda oldukça tuhaf. NBA’de kendinizi geliştirmek için birçok alanda, profesyoneller ile beraber çalışıyorsunuz. Benimle beraber çalışmış ve yıllardır hayatımda bulunan birçok koç, antrenör ve beslenme uzmanı var. Fakat bu insanlardan hiçbirinin soyunma odasında sırt üstü yatmış ve nefes almakta zorlanan Kevin’a yardımı dokunamazdı.
Sonrasında, terapistimle olan ilk randevuma, biraz da ön yargıyla gittim. Bir ayağım kapı dışındaydı. Fakat terapistim beni oldukça şaşırtmıştı. Konuştuğumuz şeylerin odağında basketbol yoktu. Orada olmamın sebebinin NBA ile alakalı olmadığı kanısındaydı ki; benim için bu oldukça rahatlatıcıydı. Bu yüzden basketbol dışında birçok şeyden konuştuk. Dikkatle bakmadığınız sürece farkına varamayacağınız birçok sorunun olduğunu fark ettim. Kendimizi iyi tanıdığımızı söylemek bence çok kolay fakat bir kereliğine kendi benliğinizle alakalı kabuğunuzu kırdığınız ve dışarıya kendinizi açtığınız zaman görülecek bu kadar fazla şey olduğunu fark etmek oldukça değişik.
O zamandan beri, şehre geri döndüğüm zamanlarda terapistim ile buluşmaya devam ettik. Genelde ayda birkaç seansımız oluyordu. Benim için en önemli dönüm noktalarından birisi şuydu: Aralık ayında buluştuğumuz seanslardan birinde büyükannem Carol hakkında konuştuk. O, ailemizin direğiydi. Onun bizimle yaşadığı zamanlarda büyümüş olmam, benim için başka bir ebeveyn veya kardeşim gibi olmasını sağlamıştı. Odasında her torunundan bir parça taşıyan bir kadındı: duvarında asılı resimler, ödüller, mektuplar… Ve her zaman saygı duyduğum, basit değerleri olan birisiydi. Bir keresinde, yeni Nike ayakkabılarımdan bir çiftini ona hediye etmiştim. Bu hareketimden o kadar etkilenmişti ki sonraki yıl boyunca teşekkür etmek için beni defalarca aramıştı. Oldukça komikti.
NBA’de oynamaya başladığım zamanlarda giderek yaşlanıyordu. Ve artık onu eskisi kadar göremiyordum. Timberwolves ile beraber altıncı yılımdayken büyükannem Carol, Şükran Günü’nde beni görmek için Minnesota’ya gelme planları yapmıştı. Yolculuğundan hemen önce kalp damarlarıyla alakalı yaşadığı bir sıkıntıdan dolayı hastaneye kaldırıldı. O da gezisini iptal etmek zorunda kaldı. Durumu giderek kötüleşti ve komaya girdi. Birkaç gün sonra da aramızdan ayrıldı.
Uzun bir süre boyunca, yıkılmış haldeydim. Fakat bundan kimseye bahsetmemiştim. Bir yabancıya, büyükannemden bahsetmek, hala acı çektiğimi görmeme sebep olurdu. Bu acı tecrübemin derinine inince fark ettim ki en üzüldüğüm nokta, ona doğru düzgün bir “Hoşça kal” bile diyememekti. Yasını tutmak için fırsatım hiç olmamıştı. Son zamanlarında, onunla daha fazla iletişimde kalamadığım için kendimi çok kötü hissetmiştim. Fakat onu kaybettiğimden beri, hissettiğim bütün duyguları kendime saklayıp, sürekli şu sözleri söyleyip durmuştum: Basketbola odaklanmalısın. Bunu sonra halledeceğim. Erkek ol.
Size büyükannemden bahsetmemin sebebi aslında onunla alakalı bile değil. Onu hala çok özlüyorum. Ve belki de hala yasını tutuyorum. Sizinle paylaşmamın asıl sebebi, bunun hakkında konuşmanın gözlerinizi ne kadar açabileceğiyle alakalı. Terapistim ile seanslarımız esnasında kısa zamanda, bunları sesli olarak dile getirmenin oldukça güç verici olduğunu gördüm. Mucizevi bir durum değil. Şu ana kadar edindiğim tecrübeye dayanarak bunu yapmanın korkutucu, tuhaf ve zor olduğunu da söyleyebilirim. Sorunlarınızdan sadece onlardan bahsederek kurtulamayacağınızı biliyorum. Fakat bunu yapmanız, problemlerinizi zamanla daha iyi anlamanıza ve onları daha kontrol edilebilir hale getirmenize yardımcı oluyor. Size, herkes terapiste gitsin demiyorum. Kasım’dan beri aldığım en büyük ders terapist ile alakalı değil. En büyük ders; yardıma olan ihtiyacımla yüzleşmem.
Bu yazıyı kaleme almamın sebeplerinden biri de DeMar’ın geçen hafta depresyon üzerine yaptığı yorumlar. DeMar ile yıllar boyunca defalarca karşı karşıya geldik fakat onun bir şeylerle alakalı sıkıntı çektiğini asla tahmin edemezdim. Onun sözleri, herkesin değişik sıkıntılar ve problemlerle boğuşarak hayatına bir şekilde devam ettiğini fark etmenize yol açıyor. Ancak çoğumuz, bu sıkıntıları sadece kendisinin çektiğini düşünüyor. Gerçek ise, dostlarımızın, iş arkadaşlarımızın ve komşularımızın uğraştıklarıyla bizim sorunlarımız arasında ortak olan çok şey var. Herkes en gizli ve derin sırlarını paylaşsın demiyorum; her şey herkes tarafından bilinmeyebilir ve bu her insanın kendi seçimi. Fakat akıl sağlığı konusunda konuşmak için daha uygun bir ortam yaratmak… İşte, tam olarak buna odaklanmamız gerekiyor.
Çünkü DeMar sadece paylaştıklarıyla birçok insana yardım etti, belki de sandığımızdan çok daha fazlasına. Depresyonla mücadele ettiği için kendini tuhaf veya deli gibi hisseden insanlara, aslında öyle olmadıklarını gösterdi. Paylaştıkları insanlara, kendi iç dünyalarında ördükleri duvarların yıkmaları için güç verdi ve bence aradığımız umut ışığı tam olarak burada gizli.
Şu noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum: bütün bu bahsettiklerimle alakalı tam anlamıyla üstesinden geldiğim bir şey yok. Henüz işin en zor kısmı olan kendimi tanıma noktasındayım. 29 yıl boyunca, bundan kaçtım. Şimdiyse, kendime daha dürüst ve gerçekçi davranmaya çalışıyorum. Hayatımda bulunan insanlara daha iyi davranmaya gayret gösteriyorum. Bir yandan hayatımdaki güzel şeylerden keyif alırken ve bunlara şükrederken, diğer yandan hayatımla alakalı bana kötü hissettiren şeylerle yüzleşiyorum. Her şeyi kucaklamayı deniyorum: iyiyi, kötüyü ve çirkini.
Son zamanlarda sürekli kendime hatırlattığım bir söz ile bitirmek istiyorum: Çevremizdeki herkes, tam olarak anlayamadığımız ve göremediğimiz birçok şey ile mücadele ediyor.
Tekrar yazmak istiyorum: Çevremizdeki herkes, tam olarak anlayamadığımız ve göremediğimiz birçok şey ile mücadele ediyor.
Mesele şu ki; göremediğimiz için kimin başından neyin, ne zaman veya neden geçtiğini bilmiyoruz. Akıl sağlığı, görünmez bir şey. Fakat hepimizi bir noktada etkiliyor. Hayatlarımızın bir parçası. DeMar’ın da dediği gibi: “Bir insanın gerçekte neyin sıkıntısını çektiğini asla bilemezsiniz.”
Akıl sağlığı, sadece sporculara özgü bir şey değil. Hayatınızla alakalı ne yaptığınız, sizin kim olduğunuzu tanımlamak zorunda değil. Bu, hepimizin meselesi. Durumlarımız ne kadar farklı olursa olsun, hepimiz zamanında canımızı yakan şeylerin izlerini taşıyoruz. Ve bunları kendimize saklarsak, canımızı yakmaya devam edebilir. İçimizde tuttuklarımızın, kendimizi daha iyi tanıma ve başkalarına ulaşma fırsatını elimizden aldığından bahsetmiyorum bile. Bu yüzden, eğer bunu okuyorsanız size şunu hatırlatmak istiyorum: Eğer zor zamanlardan geçiyorsanız, sorunlarınız size ne kadar küçük ya da büyük gelirse gelsin, sıkıntılarınızı paylaşmanız sizi deli ya da tuhaf birisi yapmaz.
Aksine… Bu zamana kadar yaptığınız en önemli şey olur. Benim için öyleydi.
Çeviri: Gökhan Önder Aksu