1936 Berlin Olimpiyat Oyunları, Avrupa için bir utanç vesikası olmayı sürdürüyor. Günümüzde her ülkenin aslında ilk günden karşı durduğunu belirttiği Nazi ideolojisi, o dönemde olimpiyat sahnesinde kendine büyük bir yer bulmuştu ve nefretle beslenen bütün bu akıma, en azından Berlin Olimpiyat Stadı’nda muhalefet eden pek kimse yoktu. Leni Riefenstahl’ın kamerasından ölümsüzleşen açılışta Hitler muzaffer bir komutan edasıyla halkı selamlıyor, propaganda gücünün bütün imkânlarını seferber ediyordu. O açılıştan etkilenen isimler arasında, modern olimpiyat oyunlarının kurucusu olarak kabul edilen Fransız eğitimci Baron Pierre de Coubertin de vardı. Coubertin, Hitler’i modern zamanların en büyük mimarı olarak etiketliyor, 1937’de Alman lidere yazdığı bir mektupta Nazilerin kendi pedagojik fikirlerini nasıl doğru anladığından dem vuruyordu. Ona göre olimpiyat ideali, Berlin’deki bu görkemli açılışta kendisine yer bulmuştu.
Hitler’in o oyunlardaki temel felsefesi ari ırkın, beyaz adamın üstünlüğünü tüm dünyaya göstermekti. Ama bugün çok bilinen hikâyede olduğu gibi, işler her zaman istediği gibi gitmemişti. ABD’li siyah atlet Jesse Owens, Hitler’in gözü önünde madalyalar kazanmış, 1936 Berlin’in en büyük sportif simgesine dönüşmüştü. Hitler’in çöküşüne daha çok vardı ama geriye dönüp bakınca ilk işaret fişeklerini çakan isimlerden biri Owens olmuştu. ABD’li atletin hayatı belki o andan sonra iyiye gitmeyecek, ırkçılığın hüküm sürdüğü ülkesinde uzun süre iş bulamayacaktı ama ne olursa olsun, sadece hızlı koşarak Hitler ve çevresine büyük bir tokat atmıştı.
Aynı günlerde tarihin doğru tarafında kalan başka atletler de vardı. Suat Fetgeri ile birlikte olimpiyat oyunlarında Türkiye’yi temsil eden ilk kadın sporcu olan Halet Çambel, bu ırkçı ideolojinin ne ifade ettiğinin farkındaydı. 1916 Berlin doğumluydu ve küçüklüğünde geldiği Türkiye’de birçok Yahudi komşusu olan köklü bir ailenin kızı olarak büyümüştü. Hitler’in başa geçer geçmez Yahudilere neler yaptığını iyi biliyordu. Bu yüzden de bir mihmandardan gelen “Sizi Hitler ile tanıştıralım” teklifini reddetmişti. Bir röportajında o diyaloğu şöyle anlatacaktı: “Biz dedik ki ‘Hayır, biz Hitler’le tanışmayız ve elini sıkmayız; çünkü eğer devletimiz göndermeseydi, biz zaten gelmezdik. İstemiyoruz!’ O iş öyle bitti. Sonra Jesse Owens isimli bir koşucu kazandı atletizm yarışmasını. Tabii o ari ırk teorileri falan hepsi battı. Kıyametler koptu.”
Kıyametler koparken Çambel de bir kahramana dönüşmüştü. 20 yaşında, artık tarihin bir parçasıydı. Ve hayatının geri kalanında yaptıklarıyla da bu mirası yemeyi seçmemiş, tam tersine her geçen gün saygınlığını, efsane mertebesini ve ilham verici etkisini büyütmüştü. 21 Ocak 2014’te hayata gözlerini yumduğunda The Telegraph’tan BBC’ye, Le Figaro’dan başka mecralara kadar birçok yayın organı ondan ‘Öncü’ etiketiyle bahsedecek, oyunlara katılan ilk Müslüman kadın atletlerden olmasının yanı sıra Hitler’i reddetmesini de sayfalarına taşıyacaktı. Bir yıl sonra, 99. doğum gününde bu kez anma sırası internetin en popüler arama motoruna gelmişti. Google, Halet Çambel için özel bir doodle hazırlamış, onu milyonlarca okuyucuya elindeki kazma ve kürekle tanıtmıştı. Kendisini ve yaptıklarını bilenler bu şıklığa övgüler yağdırırken, kimileri -özellikle de yeni kuşaklar- aynı soruyu yöneltiyordu: “Kim bu Halet Çambel?”
Belki de şimdi bu mirası hatırlama zamanıdır.
Büyük Bir Aile
Yaşar Kemal, Halet Çambel’i anlattığı yazısına “Halet Çambel’i anlatmak zor” diye giriş yapar ve arkasından ekler: “Onu derinlemesine anlamak zaman ister.”
Bu, elbette hepimiz için kötü bir haber. Zira Yaşar Kemal’in anlatmakta güçlük çektiği bir hayatı bizim birkaç satırda hakkıyla özetlememiz mümkün değil. Ama yine de deneyebiliriz. Yine Kemal’in izinden giderek ve satırlarını takip ederek: “Halet büyük bir ailedendi. Soyunda sadrazamlar vardı. Babası Kurtuluş Savaşı’na katılmış, büyükelçilik yapmış, Avrupa’da çok kalmıştı. Halet, Avrupa’da okumuştu da İstanbul dilini de en güzel konuşanlardandı.”
Gerçekten de bu aile vurgusu, Çambel’in yaşamında hep büyük bir yer tutuyor. Kendisi, Prusya Askerî Akademisi’ni bitirip cumhuriyet döneminde uzun seneler milletvekilliği yapmış, Türk Tarih Kurumu’nun kurucularından Hasan Cemil Çambel’in kızı, Osmanlı İmparatorluğu’nda çeşitli nazırlıklarda ve elçiliklerde bulunan, sadrazamlık yapan İbrahim Hakkı Paşa’nın torunuydu. Bu yüzden de 26 Ağustos 1916’da babasının ataşe olarak görev yaptığı Berlin’de dünyaya gelmişti. Babası, aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün de yakın bir arkadaşıydı ve aile birkaç yıl sonra Türkiye’ye dönüş yapacak, yeni doğan kızları aynı zamanda Cumhuriyet’in kızlarından olacaktı.
Spor sosyoloğu İlknur Hacısoftaoğlu, bu kimliğin onun için ne kadar önemli olduğunu şu sözlerle anlatıyor bize: “Halet Çambel, kariyerini spor üzerine kurmuş bir kadın değil. Zaten yaşadığı dönemde spor üzerine kariyer kuran bir kadın yok. Ben o dönemki kadınları daha ziyade öncü kadınlar olarak niteliyorum. Özellikle Cumhuriyet elitlerinin kızları gerçekten bir idealle vatana bağlılar, değiştirmeye/dönüştürmeye yönelik bir tutkuları var. Kendilerine ‘Cumhuriyet’in kızları’ olarak misyon biçiyorlar.”
Bu misyon aynı zamanda olimpiyatı da beraberinde getirmiş. Küçükken hastalığa müsait bir yapıda olduğu için birçok farklı sporla ilgilenmeye başlayan Çambel, binicilikten eskrime, bisikletten okçuluğa kadar birçok farklı branşla ilgilenmiş. Arnavutköy Kız Koleji’nde okurken ise o dönem Beşiktaş Kulübü’nde de görev yapan, Çarlık Rusya’sından gelen eskrim hocası Alexander Nadolsky’nin izinde, arkadaşı Suat Fetgeri Aşeni ile birlikte eskrimde ilerlemeye karar vermiş. Üniversite okuduğu Sorbonne’a gittiğinde de bu seçimi peşini bırakmamış. Atatürk’ün isteğiyle o dönem Türk kadınlarının da olimpiyata gitmesine karar verilmiş ve Çambel de Fetgeri ile birlikte oyunlara gönderilmiş. Öykünün gerisini kendisinden alıntılayalım: “Bizi hazırlık amacıyla Macaristan’a götürdüler. Gayet esnek, etkili bir üslubu olan İstanbul’daki hocamız Nadolsky’i götürmeyip bizi Peşte’deki spor okulunda bir Macar hocaya teslim ettiler. Sert bir stili olan Macar hoca yüzünden kendi stilimizi kaybettik ve yeni teknik kazanamadık.”
Bu deneyimin bir madalya ile sonuçlanmaması elbette hiç önemli değildi. İkili, Türk sporunda bir çığır açmış, olimpiyat tarihimize adlarını hem altın harflerle hem de çok mütevazı bir şekilde kazımayı başarmıştı.
Güzelliği Tuhaf Bir Kadın
Elbette bu başarı, Halet Çambel için sadece bir başlangıçtı. Değiştirme ve dönüştürme tutkusu hiç sönmemiş, Sorbonne’da aldığı eğitimi Fransa’daki başka okullarda sürdürmüş, İkinci Dünya Savaşı’nda ise yeniden Türkiye’ye dönmüştü. 1940’ta İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Prof. H. Th. Bossert’in asistanı olmuş ve aynı yıl, Nazım Hikmet ile de beraber şiirler yazan, bir dönem aynı hapishaneyi paylaşan Nail Çakırhan’la evlenmişti. Ailesinin başta karşı olduğu bu evlilik, Çambel’i Nazım Hikmet’in satırlarına da götürmüştü. Ünlü şair, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim başlıklı otobiyografik romanında hapishane koridorlarında hakkını arayan, aşık olduğu adamla görüşmek isteyen Çambel’den şöyle bahsetmişti: “Bağıran, genç ve güzelliği tuhaf bir kadın. Babası mebus. Kocası komünist. Koyu esmer bir oğlandır…”
O yıllarda Çambel, hayatını adayacağı mesleki dönüm noktasına varmış, hocası Bossert ile Karatepe-Aslantaş’ı bulmuştu. Bölgede yıllar boyu yapacağı kazıların açılışı böylece gerçekleşmişti. Karatepe yıllar içerisinde arkeoloji tarihimizin en ünlü kazılarından birine dönüşmüş, burada Hititler’e ait çok sayıda eser bulunmuştu. Çambel, mimar eşi Çakırhan’ın da yardımıyla bu eşsiz bölgeyi korumuş, Türkiye’nin kendi türündeki ilk açık hava müzesinin burada yapılmasına da önayak olmuştu.
Karatepe’deki çalışmaları da bununla da sınırlı kalmamıştı, Gökhan Tan’ın ifadesiyle bugünlere ilham veren bir korumacı tavırla şunu da yapmıştı: “1960’ların sonunda Ceyhan üzerine yapılması planlanan Aslantaş Barajı, Karatepe ören yerini baraj gölü içerisinde küçük bir ada haline getiriyordu. Çambel bir yıl boyunca barajın tüm mühendislik planlarını inceledi. DSİ yöneticilerine, barajın kültür varlıkları üzerindeki yanlışlarını ortaya koyan bir rapor sundu. Ve baraj kotunun, Karatepe’yi tehdit etmeyecek şekilde düşürülmesini sağladı. Çambel bugün Hasankeyf’te, Allianoi’de, Zeugma’da yapılan yanlışı 40 yıl önceden görmüş ve engelleyebilmişti.” Bunun yanında bölgede sadece kazılarla ilgilenmemiş, çevre köylerde büyük bir okuma yazma seferberliği başlatmış, yöredeki kilimciliği geliştirmiş, bölgeye Yaşar Kemal’den Aşık Veysel’e birçok aydını çekmiş ve köylüler için “Halet Hoca” olmaktan çok “Halet Abla” olmuş.
Örnek Bir Hoca
Olimpiyat deneyimi ve Karatepe çalışmaları, aslında bir asra yaklaşan bu etkileyici hayatın önemli sayfalarından sadece ikisi. Halet Çambel üzerine bir kitap yazan, belgesel çeken, aile
dostu M. Melih Güneş’in ifadesiyle zaten bu, bir çırpıda anlatılması zor bir hayat. Güneş’e
SSCB’de yıllar önce tanıştığı ve uzun yıllar dostluk yaptığı Çambel’i sorduğumuzda şu
yanıtı alıyoruz: “Mütevazılığını anlatmak yetmez. Müthiş bir kadındı diyeceğim, o da yetmez. Bir kere çok demokrat ve eşitlikçiydi. Çok bilimsel bir kadındı. Duyarlıydı. Herkese eşitlikçi davranırdı. İlk çalıştığı kişilere, yaşı ne olursa olsun, ‘siz’ diye hitap ederdi. Sosyalist bir ahlakı vardı, paylaşımcı, eşitlikçi. Kendi yalısını da nitekim her şeyiyle bir eğitim kurumuna bağışladı. Ve müthiş bir dosttu. Ne zaman, kimin, neye ihtiyacı olsa Halet Hoca koştururdu.”
Güneş, Çambel’in Türkiye arkeolojisine yaptığı en büyük katkılardan birinin ‘Belgeleme Yöntemleri’ adlı alana yaptığı destekler olduğunu ifade ediyor. Halet Hoca’nın arşivciliği, planlı ve sistemli çalışmaları sadece kendi kazılarına değil, akademinin birçok farklı noktasına, nesline de ilham vermiş. Güneş, bu intizamlı yaşamı bir hatırasıyla şöyle anlatıyor: “Ben İstanbul’dayken Halet Hoca Karatepe’deydi. Biz Nail Çakırhan’la bir kitap arıyoruz, bir iş için lâzım olmuştu. Nail Bey, ‘Halet’e soralım’ demişti. Ve Halet Hoca, elimizle koyduğumuz gibi buldurdu kitabı bize, tam yerini söyleyerek. Binlerce kitabın içinden… Bu sistemli olmasından kaynaklanıyor. Hayata karşı duruşu da öyleydi.”
Parçaları toplamak, birleştirmek, bir bütün haline getirmek gerçekten de hep Çambel’in hayatında önemli olmuş. Berlin’den Karatepe’ye, Paris’ten Arnavutköy’e uzanan hayat yolculuğunda bu disiplin ve düzen onu hep farklı bir noktaya yükseltmiş. Belki de bu yüzden, ömrünün sonu gelmişken, kendisine başarılarının sırrını soran bir BBC muhabirine şöyle diyecekti: “Çalışmak, çalışmak, çalışmak…”
Sıradan Bir Kahraman
Çambel yaşamının sonuna kadar öncü olmayı sürdürdü, duyarlı tavrını hep gösterdi. Ve yine aynı kesimlerin ifadesiyle hiçbir zaman kendi yaptıklarını öne çıkarmadı. Video ya da fotoğraf çektirmeyi sevmemesi, kendisine “Olimpiyat tarihimizdeki ilk kadın sporcu” diyenleri “İlk iki kadın sporcudan biriyim” diye uyarması bunun kanıtlarından. Öğrencilerinden Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’ın şu ifadesi bunu belki de en iyi şekilde anlatıyor: “Türkiye arkeolojisinde birçok kavramı ilk kez o dile getirdi. Ama o kadar mütevazıydı ki öğrenciliğimizde onu sıradan biri sanırdık.”
Bitirirken başladığımız yere dönelim ve Çambel’in de bir röportajında bahsettiği özel bir anı hatırlayalım. 1936 Berlin’den kısa süre sonra bir gün Atatürk ile Hasan Cemil Çambel sohbete dalarlar. Atatürk, bir yerde “Bu sene de kızlarımız olimpiyata gitti” der. Karşısında oturan adamın Halet Çambel’in babası olduğunu bilmemektedir. Hasan Cemil Bey, Paşa’yı düzeltmemek ve böbürlenmemek adına bir şeyi dememeyi seçer, dinlemeye devam eder.
Bu anıdaki utangaçlık ve alçakgönüllülük, bugünlerde kaybettiğimiz birçok değerden sadece ikisi. Halet Çambel’in hayatının her sayfası, bizler için bugün unuttuğumuz ya da hayatımızdan çıkardığımız bir kayıp değerler haritası gibi. Belki de bu yüzden yeniden, defalarca, farklı yönleriyle anlatılması gerekiyor.
Zira Cumhuriyet’in ilanından yedi yıl önce dünyaya gelen Halet Çambel gerçekten de büyük bir hayat yaşadı, Nazım Hikmet’ten Yaşar Kemal’e birçok yazara ilham verdi, yaptıklarıyla binlerce hayatı iyi yönde etkiledi ve hep Atatürk değerlerine bağlı kaldı. O, 20. yüzyılın birçok büyük kahramanına doğumundan itibaren yakındı ve ‘Aşırılıklar Çağı’nın bir noktasında kendisi de bütün mütevazılığıyla birlikte bir kahramana dönüşmüştü. Ama en çok da yolun başında, daha 20 yaşındayken kime “Hayır” diyeceğini bilmişti. Gerisi, tarih.
*Bu yazı, Socrates’in Haziran 2017 sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.