Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

BasketbolSembol

Oyun stili, aile yaşamı, maç sonu performansı... Dejan Bodiroga pek çok şeyin sembolü. Kariyeri boyunca genellikle kazanan tarafta yer alan basketbol efsanesi Socrates'e konuşmuştu.

*Bu röportaj, ilk olarak Socrates’in Aralık 2015 sayısında yayımlandı. Eski sayılarımızı edinmek için tıklayın!


Dejan Bodiroga basketbolu bırakma kararı aldığında “Aslında devam edebilirim ama beni biliyorsunuz” demişti. 35 yaşına merdiven dayamışken Euroleague’de oynuyordu ve hâlâ maç başına 15’e yakın sayı ortalaması vardı. Evet, devam edebilirdi. Ama etmedi. Takımın ikinci skor opsiyonu olmayı ya da vücudunun onu yarı yolda bırakmasını kabullenemezdi. 2007 yazında emekliliğini açıklayıp iki hafta önce antrenmanlara çıktığı takımın genel menajeri oldu. İki sene devam etti, bıraktı. “Belgrad’a yerleşip kafa dinleyeceğim” dedi. Eski arkadaşlarıyla iş kurmaya karar verdi, dolandırıldı. Sıkıldı. Kilo aldı. Fark edince spor salonuna yazıldı.

Dejan Bodiroga emekli olduktan sonra aşağı yukarı her şeyi denedi. Sadece koçluk yapmadı. Bugün hâlâ, “Antrenörlüğün aklımda yer ettiği zamanlar oldu ama iyice düşününce fikrimi değiştiriyorum. Fazla konuşacak bir şey yok” diyor. Son dönemde Sırbistan Basketbol Federasyonu’nda ikinci başkanlık görevini yürüten Bodiroga, şimdilerde Turgay Demirel’in başkanlığındaki FIBA Europe Yönetim Kurulu’nda görev yapıyor. Avrupa basketbolunda 1990’ların en büyük yıldızıyla Lille’de, bir otel lobisinde buluştuk. 2007 sonrasını pek konuşmadık. Sohbetimiz eski Yugoslavya’nın efsane koçlarıyla başladı ve Sex, Droga, Bodiroga’ya kadar uzandı.

Sırp basketbolu yeniden yükselişe geçti. Federasyonda uzun dönem proje komitesinde yer alan biri olarak, Aleksandar Djordjevic’in göreve geliş sürecini anlatabilir misiniz? Neden Sasha?

Problem çok uzun süredir devam ediyordu. Açıkçası aday bulmakta zorlanıyorduk. Bildiğiniz gibi, bu coğrafyada basketbol hep büyük koçlarla var oldu. Yugoslavya’yla başlayarak; Ivkovic, Obradovic, Pesic, Tanjevic, Maljkovic… Yetenek havuzunu en doğru şekilde kullanan onlar. Şimdi bakıyorsun, bu saydığım isimlerin neredeyse hepsi milli takımda önceden görev yapmış. Arayıp “Koç geri döner misin?” diyebilirsin. Bu bir seçenek. Ama bu seçenek, bir çözüm mü? En iyi ihtimalle orta vadeli bir çözüm. Çünkü saydığım antrenörlerin yine büyük bir bölümü kulüp takımlarında görev alıyor. Bir gün ikilemde kalacaklar. Seçim günü geldiğinde ne olacağını onlar da kestiremez. Biz de oturup düşündük. Geçmiş alışkanlıklarla uzun vadeli plan yapmanın mümkün olmadığına kanaat getirdik. Şimdi düşünüyorum da galiba federasyon tarihinin en iyi kararlarından birini vermişiz.

Sasha doğru adam. Oyuncu olarak inanılmaz şeyler başarmış, hayatını bu oyuna adamış biri. Ülkesinde simge. Ağırlığı var. Bilmiyorum benim yargım ne kadar geçerli olur ama bence antrenörlük konusunda da çok yetenekli. Pratik çözüme hemen ulaşabiliyor. Hem federasyon hem de oyuncu grubunda ihtiyaç duyduğumuz enerjiyi çok kısa sürede hissettirmeyi başardı. İspanya’da elde ettiğimiz gümüş madalya, bu jenerasyonun özgüveni için çok kritikti. Zaman geçiyordu. Saati durduran Sasha oldu.

Sizin de mensubu olduğunuz altın jenerasyona öykünerek “Sırbistan artık maç sonu oynayamıyor” demek ne kadar doğru? Milos Teodosic geçen yılki Dünya Şampiyonası’nda bu eleştirileri biraz dindirmişti. EuroBasket 2015’te bu jenerasyonun yüksek beklentilere cevap veremediği kanıtlandı mı?

Problem, herkesin herkesi karşılaştırma alışkanlığıyla alakalı. Nemanja, Nemanja olmalı. Bu klişe değil ki? Nemanja Bjelica neden benimle karşılaştırılıyor? Avrupa’da şu an onun gibi bir oyuncu yok. Her pozisyonda oynayabiliyor. Bu yetmez mi? İnsanlar daima bizim başarılı olduğumuz dönemi düşünüyor. Karşılaştırma yapmak o yüzden haksızlık. Dur bir dakika… Bu röportajı Sırpça okuyacak mıyım? Hayır mı? Söylediklerimin milli takım oyuncuları tarafından okunma ihtimali düşük yani, tamam. Keşke okuyabilselerdi. Havada kalacak şimdi söylediklerim.

“Problem, herkesin herkesi karşılaştırma alışkanlığıyla alakalı. Nemanja, Nemanja olmalı. Bu klişe değil ki? Nemanja Bjelica neden benimle karşılaştırılıyor?”

Neyse, devam ediyorum. Tanrıya şükür, maç sonlarında kaçırdığımdan daha fazla attım. Bu doğru. Kritik anlarda sorumluluk aldım ve başarı oranım yüksekti. Peki soruyorum size, benim kaçırdığım şutları kim hatırlıyor? Beni diğerlerinden farklı kılan, bir sonraki şutu kullanmaktan çekinmemekti. Herkes böyle olmak zorunda değil. O yüzden çocuklara üstlenemeyeceği ağırlıkları yüklemekten vazgeçin. Onların da zamanı gelecek.

“Çok duygusalım, çevremde olan biten beni çabuk etkiler” demekten hiçbir zaman kaçınmadınız. Peki bu kadar duygusal bir adam, maç sonlarında nasıl sakin kalabiliyordu?

Ben kazanmak için oynarım. Şampiyonluk için yaşarım. Bu demek değil ki tüm basketbolcular böyle olmalı… Hayır. Mutluluğun birçok yolu var. Çoğu oyuncu ilk olarak “Ben bu maçı kazanmalıyım” diye düşünmeli. Sonrasında, “NBA’e gidip dünyaya kim olduğumu göstermeliyim” ya da “Acaba Fransa’ya değil de Türkiye’ye transfer olursam daha rahat olur muyum?” gibi cümleler de karar verme sürecine katılabilir. Bunda hiçbir problem yok.

Benim aklımda, bu oyuna adım attığım günden beri ‘kazanma’ düşüncesi var. Diğer cümleleri hiç düşünmedim. Mesela antrenman rutinimde son bölümü baskı altındaki şutlara ayırırdım. Sanki bir yarı final, final maçı oynuyormuş gibi… Denemeler yapardım. Kendi kendime “Dejan baskı altındasın” der ve maç sonu ortamını, antrenman salonunda yaratırdım. Belki bana inanmayacaksınız ama o andan sonra PalaMalaguti ile antrenman salonunun benim için bir farkı yoktu. Yarın bir gün Euroleague finaline çıktığımda rakipler beni kışkırtmak mı istiyor? Problem değil. Kışkırtsınlar. İsteklerinin bir önemi yok. Başaramazlar. Ben kendimi kontrol ederim.

Deminki soruya biraz ekleme yapmış gibi olacak ama şimdi aklıma geldi. Panathinaikos deplasmanına başka formayla ilk çıkışınızı kariyerinizde nereye koyarsınız? 2004’teki PAO-Barcelona maçında kamera her yakın çekim yaptığında sanki gözleriniz doluyor gibiydi…

Duygulandığım anları bulmak için kararlısın. Buna saygı duyuyorum. O gün herhalde kendimi kontrol etmekte en çok zorlandığım dakikaları yaşadım. Yani mutlaka başka duygu yüklü zamanlar da olmuştur ama Panathinaikos taraftarının beni karşılama şekli, kocaman “Bizden Biri” pankartı ve salona ayak bastığım anda çıkan ses… Titredim. Evimde, bildiğim yerdeydim aslında. Ama konsantre olamıyordum. O taraftarın önünde başka formayla oynamak çok tuhaftı. 30 küsur dakika oyunda kaldım. Performansımı hatırlayanlar vardır; pek iyi değildi. Bugün bile o anları düşündüğümde boğazıma bir yumru oturur. Hayatım boyunca unutamayacağım bir gündü. PAO’yu hep sevdim, hep farklı bir yere koydum. Gerçekten kalbimin bir parçası olduğunu ise o gün anladım.

Aslında PAO’da kalma şansınız da vardı, değil mi? “Hayatımda çok oyuncuyla çalıştım ama hiçbir zaman Dejan gibisi olmadı” diyen Zeljko Obradovic, sizi takımda tutmak istemişti…

Zeljko’yla beraber yürümek bir onurdu. Her şeyi birlikte kazandık. Euroleague, kupa, lig… Indianapolis’te elde edilen dünya şampiyonluğunu da ekleyince, kariyerimin en iyi yılı ortaya çıkıyor zaten: 2002.

Yaz döneminde karar verme aşamasındayken Fortitudo ve Kinder’den teklif aldım. NBA’den de Toronto Raptors ve Rudy Tomjanovich’in çalıştırdığı Houston Rockets görüşmek istiyordu. PAO’yla da sözleşme uzatmak için masaya oturdum elbette. Ama açık konuşmak gerekirse, bahsini geçirdiğim takımlardan hiçbirinin teklifi beni motive etmedi. Sonra Barcelona geldi. 19 yıldır Euroleague’i kazanamayan, beş finali kaybeden Barcelona. Bana üç yıllık kontrat önerdiler. O sezon Final Four da Barcelona’da yapılacaktı. Düşündüm; 29 yaşındaydım, 20 yıldır Euroleague’i kazanamayan, sürekli final kaybeden bir takıma gitme düşüncesi, tam da aradığım meydan okumaydı. Sıfırdan başlama isteği, her şeyin önündeydi.

Bunun ego olduğunu düşünmüyorum. “Ben gittim ve Barcelona şampiyon oldu” gibi bir düşüncem hiçbir zaman olmadı. Barcelona, yıllardır kaybeden bir projeydi ve Pesic gibi olağanüstü bir antrenörün yanında; Fucka, Saras, Navarro gibi arkadaşlarla bunu değiştirebileceğimizi hayal ettim sadece. Dedim ya, ben kazanmak için yaşarım. Beni sadece kazanmak motive eder. Hatırlarsınız; “Şut saati 30 saniyeden, 24’e iniyor. Yavaş Bodiroga için kötü haber” diyenler vardı. 24 saniyeyle, 30 saniyede kazandığımdan daha fazla kupa kaldırdım. 20’ye indirsinler, 16 bile olur. Problem yok.

Panathinaikos’la kazandığınız son kupa Bologna’da, Kinder’e karşıydı. Favori olan ve kendi evinde oynayan Kinder önünde sekiz dakika boyunca tek basket atabilen PAO, 14 sayı geriye düştüğü 2002 finalini nasıl çevirdi? Zeljko Obradovic’in ilk yarıda erken kullandığı molaları hatırlıyor musunuz?

Hatırlıyorum. O maçı Zeljko çevirdi zaten. 14 sayı geriye düştüğümüz an, Obradovic kullandığı molada “Eğer ilk yarıyı tek haneli farklarla geride kapatırsak bu maçı kazanırız” dedi. Çok etkileyici bir cümle mi? Belki değil. Ama ben inandım. Bologna bizden iyi takımdı ve açıkçası bunu biliyorduk. Antoine Rigaudeau, Manu Ginobili, Marko Jaric, David Andersen, Matjaz Smodis ve koç Ettore Messina… Bu basit gelebilecek cümle, tarihin en iyi takımlarından birine karşı bizi birleştirdi, tek hedef altında topladı ve belki de maçı kazandırdı. Devreyi galiba sekiz sayıyla geride kapattık. Zeljko soyunma odasında dakikalarca ne yapmamız gerektiğini anlattı ama konuşmasını genel hatlarıyla farkı 14’ten 8’e indiren eforumuz üzerine kurmuştu. İnsan psikolojisi işte. O ruh haliyle sahaya çıktık. Üçüncü periyot bittiğinde üstün taraf bizdik. Kazanacağımız tabii ki kesin değildi ama Zeljko tünelin ucunu göstermişti.

Bir de… İbrahim’i tanır mısınız? Kutluay olan… Son periyotta kritik bir üçlük atmıştı. Yani ben de atabilirdim aslında. Bıraktım o atsın. Şaka bir yana, yaşattıkların için teşekkürler dostum. Seninle oynamak, beraber vakit geçirmek büyük bir zevkti.

Fazla detaya girmeden NBA tekliflerinden bahsettiniz. Avrupa basketbol tarihinin en popüler tartışmalarından birini, “Bodiroga NBA’e gitseydi ne olurdu? Sahi neden gitmedi ki?” sorularıyla tekrar hatırlayabilir miyiz?

1995’te Sacramento Kings beni draft ettiğinde hazır değildim. Gidemezdim. Onu soruyorsan uzun bir cevabı yok. “Gel” çağrısını pek tartmadan reddettim zaten. 2002 yazındaki Toronto ve Houston tekliflerini düşündüğümü ise inkâr etmeyeceğim. Herkesin yaptığı gibi, artıları ve eksileri yan yana koyup kafamda bir tablo oluşturdum. Avrupa’da bir şampiyondum, iyi kazanıyordum. 1973 doğumluyum, 30 yaşına sadece bir yıl kalmıştı. NBA’de en üst seviyede mücadele etme şansım olacak mıydı? Emin değildim. Beni NBA’e götürüp 5-10 dakika oynatıp sonra geri yollayamazlardı. Buna dayanamazdım. Yine de bir süre düşündüm. Ama söz konusu NBA olunca ve yaşınız 30 ise tamamen size bağlı olmayan faktörler de ortaya çıkıyor.

CV’nde yazsın diye NBA’e gidilmez. Şimdilerde Avrupa’daki oyuncular, “Ben dünyanın en iyi liginde oynuyorum” diyebilmek için NBA’e gidiyor. Oynamıyorsun ki? İki dakika sahada kalıyorsun. Sonra hop, D-League’e… Ben bunu kaldıramam. Tüm samimiyetimle söylüyorum; pişman değilim, Barcelona’ya gidip kupalar için oynamayı seçtim. “PAO’da kazandı ama Barcelona’da kazanamaz” lafının yanlış olduğunu kanıtlamayı tercih ettim. Kenarda oturmayı değil…

Aslında uzun yıllardır repertuarınızda yer alan ama Barcelona günleriyle beraber adı konan bir El Latigo yani Kamçı hareketi var. Bazı dedikodular hareketi Danko Cvjeticanin’den görerek geliştirdiğinizi söylüyor. Doğru mu?

Evet doğru. Biraz değişti elbette. Kendi tarzımı hissettirmek istedim. Tamamen karbon kopyadan geçirsem bir anlamı olmazdı. Saatlerce dripling çalıştığımı hatırlıyorum. Bunun sonucunda da Kamçı’ya benzer, başka hareketler ortaya çıktı. Birini şaşırttığım zaman çok keyif alıyordum elbette.

Carmelo Anthony pek keyif almamıştı…

Yani bizim de bildiğimiz tek hareket El Latigo değildi sonuçta. O maçtan sonra Carmelo’nun belinde bir problem oldu diye hatırlıyorum. Ama şimdilerde düzelmiş olmalı. Neyse ki devam edebildi kariyerine.

Küçülmeye giden Barcelona’da Svetislav Pesic’in ayrılışının ardından sizin de takımı bırakma ihtimaliniz doğmuş ama o dönemki Ülkerspor teklifini reddetmiştiniz. Neden?

Zamanlama uymadı. Aslında Ülker’in teklif yaptığı ilk dönem Barcelona’ya değil, Panathinaikos yıllarıma dayanıyor. Kontratım bitmemişti, Obradovic’le de kalmak istiyordum. Bu yüzden olmadı. Barça’da ise yanlış hatırlamıyorsam ikinci sezonumun sonuydu. Yani kaç oluyor? 2004 sanırım. Kontratım devam ediyordu, ondan eminim. Oturduk, görüştük. Uzun süre konuştuk. Ben üçüncü yıl için de burada kalacağımı, sözleşmemi tamamlayacağımı söyledim. Bir sezon sonra da Pesic’in yanına, Roma’ya gittim zaten.

Türkiye bağlantılı sorulara devam ediyorum. Bu alıntı, başta 1996 Koraç Finali olmak üzere 90’larda sık sık karşınıza çıkan Ufuk Sarıca’nın beşinci sayımıza verdiği röportajdan: “Bodiroga yıllarca çirkin şut attı. Önemli mi? Değil. Çünkü giriyordu…” Ne dersiniz bu açıklamaya? Altyapı seviyesinde çocuklara bir şeyler gösterirken şut mekaniklerini düzeltmeye çalışıyor musunuz?

Şutum güzel değil mi? Şutumu seviyorum ben. Kafam karıştı şimdi. Trebinje’de yıllarca kamp yaptık; hiç böyle bir ihtiyaç hissetmedim. Ufuk da söylemiş işte; basketi atmak önemli. Mesela bak Zarko Paspalj’i ele alalım; harika bir şut mekaniği yoktu ama kimse, hiç kimse onu savunamazdı. 40 sayıyı bir anda potanızda görürsünüz. Yoksa ben ne oyuncular biliyorum; kusursuz mekanikleri var ama şut sokamıyorlar. O yüzden, bırakın insanlar istedikleri gibi şut atsın.

Dindar biri olarak, basketbol kariyeriniz boyunca binlerce kişiden “Bodiroga bizim Tanrımız” tezahüratını duymak nasıl hissettirdi?

Çok utandım. Bunu konuşmak hiçbir zaman hoşuma gitmedi. Ulaşabildiğim kişiler arasında kim söylediyse, “Senin aklın yerinde mi? Ben Tanrı değilim. Bunu söylemeyin, benim de bir Tanrım var” cevabını veriyorum. Evet, seyirciyle yakın olmak, onların beni sevdiğini hissetmek her zaman hoşuma gitti ama lütfen bunu yapmasınlar. Rahatsız oluyorum, utanıyorum. Kendi Tanrıma karşı günah işliyor gibi hissediyorum. Lütfen…

Peki yine 90’ların sonuna doğru, artan popülaritenizle birlikte çıkış yapan Sex, Droga, Bodiroga albümü? Ülkenizde bir müzik grubu, isminizin yanına ‘Seks’ ve ‘Uyuşturucu’ yazarak albüm çıkarınca kızdınız mı?

Bunlardan ilkini ve üçüncüsünü seviyorum. Grubun yaptığı şarkı da, video da çok komik. Kızmadım o yüzden. İkinciye gerek yok ama. Bir ve üç iyidir.

Röportaj boyunca Zeljko Obradovic ve Svetislav Pesic’ten bahsettik. Son bölümde konuyu bir şekilde Bogdan Tanjevic’e de getirmek istiyorum ama öyle olunca çok mu geçmişe gidiyoruz?

Aslında hayır. Zor dönemler olduğu için o günler hafızamda daha berrak. Anlatayım; Zrenjanin’de basketbol oynamaya başladığımda eve pek fazla para girmiyordu, babam fabrikada çalışan bir işçiydi. Karar vermeliydim. A Takım’a çıkacak ve basketbol oynamaya devam edeceksem kısa vadede para da kazanmam gerekiyordu.

16 yaşındayım o dönem. Bir gün evimize tüm karizmasıyla Kresimir Cosic geldi. Altyapı turnuvalarında beni çok beğendiğini ve yöneticiliğini yaptığı KK Zadar bünyesine katmak istediğini söyledi. Çok ısınamamıştım bu fikre. Ailem de razı değildi açıkçası. Kreso saatlerce konuştu ve en sonunda bizi ikna etti. 1989’da evden ayrıldım. 1990-1991 sezonuyla birlikte Yugoslavya 1. Ligi’nde oynamaya başlamıştım ve bu, o dönem Jugoplastika ile Partizan’la karşılaşmak demekti.

“Zor dönemlerdi” dedim. Neden? Çünkü daha çocukken her sabah 7’de kalkıp sekiz saat basketbol antrenmanı yapıyordum. Hayatımda en zor kazandığım paraydı. 1990’ların başı, savaş yılları; Hırvatların bölgesinde, Sırbistan’dan gelmiş bir çocuk olarak görüldüğüm dönem. İşte tam o anda hayatıma Bogdan Tanjevic girdi. Trieste’ye gittim. Daha 20 yaşında bile değilim. İtalya Ligi’nde iki yabancı oynatma kuralı var. Neredeyse tüm takımlar bu kuralı ABD’li oyuncular için kullanıyor. Tanjevic fırsat bulduğu anda beni kadroya dahil etti. Bana güvendi, arkamda durdu. Kariyerimi inşa etti. Ona çok şey borçluyum.

Tanjevic’in, “Oyuna dahil olduğu ilk yedi dakikada şut kullanmazdı. Takım arkadaşlarının nasıl oynadıklarını kontrol ederdi” açıklaması için ne söylersiniz?

Koç dakikaları biraz abartarak hatırlıyor olabilir. Yedi dakika olmaması lâzım. Şöyle bir etrafa bakardım, çocuklar ne yapıyor diye ama çok sürmezdi. Belki iki dakika falandır. Zaten ilk şutu attıktan sonra da… Kendimizi kandırmaya gerek yok.


BODI BOND

Dejan Bodiroga, lakapları hakkında konuşmayı seven biri değil. White Magic ya da Tanrı lakabının bahsi açıldığında hemen konuyu değiştirmek istiyor. Sırp efsane, en az bilinen lakaplarından biri olan Bodi Bond’a karşı ise biraz daha ılımlı. Maç sonlarında işi bitiren adam olması nedeniyle James Bond’a benzetilen Bodiroga, özellikle Sırp medyasında Bodi Bond ile anılıyor.

DRAZEN’İN KUZENİ

Dejan Bodiroga ile Drazen Petrovic’in baba tarafından akrabalık bağları olduğu (ikinci kuşaktan kuzen), bilinen hikâyedir. Bodiroga, Drazen’le tanıştığı ânı şöyle anlatıyor: “Zadar’da forma giydiğim dönemde ABD’ye gitmiş ve Phoenix-Portland maçında Drazen’i görmüştüm. Birbirimizi, yüz yüze ilk kez o gün gördük. Çünkü Drazen’in babası, benim çocukluğumda Sibenik’te çalışıyordu. Uzaktık. Drazen’i tanıdıktan sonra, annesi ve kardeşiyle de hep iletişimde kaldım.”

“OĞLUM BASKETBOLA BAŞLADI”

“2004 doğumlu oğlum Nikola, bir süre karate ile ilgilendi. Ama şimdi durumlar farklı. Geçen yıl Dünya Şampiyonası’nda benle ve Sırbistan kadrosuyla birlikte vakit geçirdikten sonra basketbola başlamaya karar verdi. Yalan söylemeyeceğim, hiç fena gitmiyor. Tabii bana karşı bire birde kazanması mümkün değil. O ihtimali aklından çıkarsın.”

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Umut Işığı

Umut Işığı

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

4 sene önce