*İlk olarak New York Times’da yayımlanan bu makalenin orijinaline şuradan ulaşabilirsiniz.
1968 yılında 25 yaşındaki Arthur Ashe ilk kez oynanan Amerika Açık’ta şampiyon olduğunda, gururdan gözleri nemlenmiş olan babasının omzuna sarıldı.
Soğuk ve insanlardan çekinen tavrıyla bilinen ve Flushing Meadows’daki stadyuma da ismini veren Ashe; tek erkeklerde Amerika Açık, Avustralya Açık (1970) ve Wimbledon’ı (1975) kazanan ilk ve bugüne kadar tek Afro-Amerikan tenis oyuncusu.
1943’te doğan Arthur Robert Ashe Jr., iç savaş zamanı Amerikan Güney eyaletleri konfederasyonunun başkenti Richmond, Virginia’da, sonraları “herkesle iyi geçinmeye çalışan” olarak da anılacak olan, titiz ve mütevazı bir babayla birlikte büyüdü. Ashe’in annesiyse, o 6 yaşındayken vefat etti.
1954’te anayasa mahkemesi, ayrıştırılmış devlet okullarının anayasaya aykırı olduğuna karar verdi. Daha sonraları, genç Ashe’in bunu duyduğunda, “beyazların sahip olduğu bütün hak ve imkânlara biz de sahibiz” olasılığını da düşünerek deyimi yerindeyse “çarpılmışa döndüğünü” hatırlayacaktı. Ama mahkeme, siyahilerin Amerikan tenisine entegre olmaları hakkında hiçbir şey söylememişti.
O zamanlar Richmond, Amerikan toplumunu birleştirme yönündeki “büyük direnişin” kontrol odasıydı. Ölümünden sonra yayınlanan “Days of Grace” isimli hatıratında Ashe’in yazdığına göre, o ve sınıf arkadaşları karşı karşıya oldukları en kötü duyguya direnmek zorundaydılar: Çaresizlik. “Eğer ırkçılık her yere sızdıysa, neden her şeyde en iyisini yapmaya çalışasın ki?”
Beyazların tenis kortlarını kullanmaktan mahrum bırakılan kızgın genç adam, Richmond otoritesinin onu, “beyazların olduğu herhangi bir rekabetten dışlayarak, oyununu öldürmeye çalıştıklarını” düşünüyordu. Ashe, daha sonra yerel ırkçılara karşı “büyük zafer” olarak da yansıtılacak olan, ülkesi için ilk Afro-Amerikan olarak Davis Cup takımında oynamaya oldukça hevesliydi. Hatta, Davis Cup’taki başarısından sonra Los Angeles’daki Kaliforniya Üniversitesi Arthur’a tenis bursu verdi.
Ashe’in Amerika Açık’ı kazandığı yıl, Mexico City’deki olimpiyat oyunlarında yer alan ABD sporcuları, “black power” selamlaması yaptılar. Ama Arthur Ashe onlardan biri değildi.
Jesse Jackson, ona “Arthur, senin problemin yeterince kibirli olmaman” diyordu. Ashe’ın çağdaşı olan tenisçilerden Billie Jean King, kendi karakterinin Ashe’in kendisinden bile daha ‘kara’ olduğunu söyleyerek ona takılıyordu.
Ashe’in insanlara karşı resmiyeti kazara olmuş bir şey değil. Emmet Till’in kurban gittiği korkunç ırkçı cinayetten ve 20. yüzyılın ortalarında da ABD’nin güneyinde başka siyahilerin öldürülmesinden dolayı, Ashe’in korumacı ve pimpirikli babası ile diğer akıl hocaları onu “kortta daima kibar, sakin ve mesafeli” olması yönünde telkin ettiler. Ashe, bu öğütleri “Böylece beyazlar hiçbir zaman beni bencilliğim için suçlayamayacaktı” diyerek hatırlıyor.
Ashe, Afro-Amerikanların kendisini küçümseyip hor görmelerinden dolayı acı çekiyordu. Daha sonraları, ölümünden sonra yayınlanan kitabında, bu hissi “dayanılmaz bir utanç” olarak adlandırcaktı: “Diğer siyahiler sosyal haklar için kan dökerken, ben tenis oynuyordum.”
Yine de, aynı hatıratta, siyahi seçmenleri “sürekli olarak hizipçi, ne dediği belli olmayan, Washington, D.C’den Marion Barry gibi insanları seçmekle” suçluyordu. Siyahi hareketinin bilgi edinme hakkının ve öz disiplinine bağlılığının neredeyse tamamen itibarsızlaştırıldığını yazıyordu. “Beyazlara karşı şüpheli yaklaşımımız ve onlara karşı düşmanca tutumumuz makul sınırların dışına çıkıyordu” diye de ekliyordu.
Nihayetinde, bu öncü adam sadece 49 yaşına kadar yaşayabildi. 36 yaşında ciddi bir kalp krizi geçirdikten sonra, dörtlü bir by-pass operasyonu daha sonra da bir düzeltme operasyonu geçirdi.
1988’de, AIDS salgınının ilk on yılında, Ashe’e H.I.V. pozitif teşhisi koyuldu. Bunun ikinci operasyonu sırasında yapılan kan naklinden kaynaklandığı düşünülüyor. Ashe ve eşi Jeanne bu teşhisi kendilerine saklamayı tercih ettiler ama 1992’de bir gazete, haberi girmek üzereyken, Ashe’in kendisi muhabirlere hastalık kaptığını açıkladı.
Kendisinden hiç de beklenmeyen duygusal bir biçimde, “Özel hayatımı korumak istememden dolayı yalancı pozisyonuna düşürüldüğüm için kızgınım” diye bir açıklama yaptı ve “Ben bir suç işlemedim” dedi. 5 yaşındaki küçük kızı Camera’dan bahsederken ağlamaya başladı. Ve bir sonraki yıl, öldü.
Bu hikayeye şiirsel bir son belki şöyle yazılabilirdi; son tenis şampiyonunun yüceliğini anlamakta geciken Richmond, gözden düşmüş dehasını onurlandırmakta acele etti. Onun yerine, şehrin -çoktan beş ünlü konfederasyonun görkemli bronz heykelleriyle çevrilmiş olan- Monument caddesinde Ashe için bir heykel teklif edildi ve birkaç beyaz lider o sokağın kutsallığından dem vurup bu fikre karşı görüş belirttiler.
Ashe sonunda hak ettiği heykeli aldı, fakat hâlâ hayranlarından bazıları bu heykelin, General Robert E. Lee’ninki de dahil olmak üzere diğerlerine göre daha küçük ve mütevazı kaldığından yakındılar. İğneleyici ve küçümseyici espiri anlayışıyla Ashe, heykeli görse kendi heykelinin Monument caddesinde, Richmond’a sırtı dönük olan tek heykel olduğunu söyleyebilirdi.
Çeviri: Gizem Denizcioğlu