Ne İzledim
The Leftovers’ı birine açıklamam gerektiğinde ilk aklıma gelen sözcük ‘farklı’ oluyor. İzlemekten bu kadar çok keyif aldığım ancak başkasına tavsiye ederken bu kadar tereddüt ettiğim başka herhangi bir şey olmamıştı. Zira diziyi izlediğim herhangi bir şeye benzetmem imkânsız. Evet, The Leftovers’ın ilginç bir konusu var. Yaşayan tüm insanların %2’sinin bir anda ortadan kaybolduğu bir dünyada geçiyor dizi. Fakat The Leftovers ilginç bir konuya sahip tek dizi değil. Lost’ta parmağı olan Damon Lindelof’un yaratıcısı olduğu dizi, konusunu işleme şekliyle benzerlerinden ayrılıyor. Şöyle ki; The Leftovers hiçbir zaman dünyadaki insanların %2’sinin nasıl ortadan kaybolduğunu açıklamıyor. Bunu yapacakmış gibi bir umut da vermiyor. Dizi, kalan %98’in böyle bir trajediden sonra hayatlarına nasıl devam ettiğine odaklanıyor. Ve bunu o kadar iyi yapıyor ki siz de bir noktadan sonra cevap aramaktan vazgeçiyorsunuz. Cevap aramaktan vazgeçebilirseniz, The Leftovers en sevdiğiniz dizilerden biri olacaktır. Bu satırları geçmiş zamanla yazmam gerekiyordu çünkü The Leftovers üç sezonun ardından geçtiğimiz haftalarda sona erdi. Ama ben hâlâ etkisindeyim ve The Leftovers hakkında konuşurken bir süre daha geçmiş zaman kullanabileceğimi sanmıyorum. Ha bi’ de Carrie Coon, Christopher Eccleston ve Amy Brenneman var. Üç sezon boyunca sergiledikleri performanslarla televizyon tarihinin en iyileri arasına girdiler.
Ne Okudum
Geçtiğimiz yıl The Guardian’da yayınlanan ve Alexander Litvinenko’nun zehirlenerek öldürülüşünün ardındaki gizeme odaklan longform’u okuduğumdan beri Rusya’nın suikast geleneğine takıntılı hâle geldim. Luke Harding imzalı yazıdan sonra da karşıma çıkan hemen her şeyi Pocket’a atıp bir ara okudum. Son olarak da Buzzfeed bir yazı dizisi yayınladı konuyla ilgili. Dört bölümlük yazı dizisinde Litvinenko’nun bir suikast kurbanı olduğunu kanıtlayan bilim adamı Matthew Puncher ve Rus hükümet görevlilerin yolsuzluklarını ortaya çıkaran Alexander Perepilichnyy gibi isimlerin nasıl öldürüldüğü anlatılıyor. Seride okumadığım bir yazı kaldı. Dördüncü bölümü de okuduktan sonra başladığım yere, Litvinenko’ya, dönmeye niyetliyim. Zira Luka Harding, Litvinenko’nun ölümü üzerine bir de kitap yayımladı.
Ne Dinledim
Marika Hackman, birkaç ay önce yeni albümünün ilk single’ını yayınladığında biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Hackman’ın ilk albümünü çok sevmiştim ve uzun süre boyunca da dinledim, hâlâ aklıma geldikçe birkaç şarkısını açıp dinliyorum. Fakat Boyfriend, ikinci albümün ilk single’ı, İngiliz şarkıcının alıştığım sound’undan uzaktı. Yeni albümü dinlemeye başladığımda da bu nedenle fazla beklentim yoktu. Ama yanılmışım, “I’m Not Your Man” bu sene dinlediğim en iyi albümlerden biri. İlk albüme göre enstrümanlarda daha fazla çeşitlilik var ve sözler de ilk albüme göre Fakat albümü baştan sona dinleyince Hackman’ın ilk albümü We Slept at Last’ı sevme nedenlerimden melankoli de kendini gösteriyor. I’d Rather Be With Them ve Apple Tree gibi şarkılar da sizi Hackman’ın etkileyici sesi ve akustik gitarı ile baş başa bırakıyor. Albümün zirvesi de tam olarak böyle anlar.
Ne Bekliyorum
Beklediğim şey geldi aslında. Fransa Bisiklet Turu, yılın en sevdiğim dönemi. Ama henüz ilk günlerindeyiz ve genel klasman için önemli etapları bekliyorum. Izoard’a çıkılacak 18. Etap ve Marsilya’daki zamana karşı etabı onlardan sadece birkaçı.