Hiç kaybetmemiş bir sporcu tanıyor musunuz?
Böyle bir sporcu bilmiyorum. Hatta şöyle devam edeyim; daima kazanan bir insan da yok. Hele ki yüksek performans isteyen sporlarda bu mümkün değil. Çünkü güç yoğunluğu artık çok fazla.
Yenilgiler hayatta her gün karşımıza çıkarken sporcular bununla baş etmekte neden bu kadar isteksiz?
Her şeyden önce, yenilgiler sporcunun özgüvenini ciddi biçimde negatif etkiliyor. Örneğin; 1999’da Bayern ile Manchester United’a karşı son iki-üç dakikada kaybettiğimiz Şampiyonlar Ligi finalini düşündüğümde, sersemletici bir maç olduğunu fark ediyorum. Kendime gelebilmem için zaman gerekliydi. Üzerime çöken olumsuz duygularla başa çıkmalıydım. Öyle bir deneyimin ardından hemen çıkıp da “Tamam işte, geçti gitti, hayat devam ediyor” diyebilecek durumda değildim. O aşamada öfke ve güvensizlik gibi hisler açığa çıkıyor. Kafanızın içinde sorular vızıldıyor: Yenilgiye sebep olacak ne yaptım, neyi daha iyi yapabilirdim? Hissettiklerimi hazmetmek ve günün birinde bunu bir çeşit enerjiye dönüştürmek zorundaydım. Ama bunu başarmak gerçekten zaman istiyor. Bu gerçekten çok acı veren ve zahmetli bir süreç. Bu nedenle birçok sporcunun yenilgiyle başa çıkma konusunda böyle davranmasını anlayabiliyorum; çünkü onlar bunun kendilerinde ne kadar büyük bir tahribat oluşturduğunu iyi biliyorlar.
Peki yenilgilerin hiç faydası olmaz mı?
Yenilgilerden çok şey öğrendiğimiz yönündeki inanış, tamamıyla yanlış. Bizler yenilgilerimizden çok başarılarımızdan bir şeyler öğreniriz. Başarı, başarıyı doğurur. Aynı zamanda başkalarının
başardıklarından bir şeyler öğrenmek ve doğru sonucu çıkarmak da anlaşılabilir bir şey. Gençliğimde ben de bunu çok sık yaptım.
Bunu yaparken yol göstericiniz kimdi?
Karlsruher SC’nin genç takımlarında oynadığım dönemde, milli takımın kalecisi Toni Schumacher benim idolümdü. Ve tabii ki Boris Becker ve Steffi Graf da var. Onlar yetenekleri ve kararlılıklarıyla, imkânsız denilen şeyleri yapılabilir kılan bir mantalitenin temelini attılar. Kimsenin onlara ihtimal vermediği maçlarda geri döndüler. Bunun yanında, izleyiciler için bile acı olan yenilgileri de yaşadılar. Fakat yola devam ettiler ve haftalar, hatta aylar sonrasında yine büyük finalleri kazanma şansını elde ettiler. Bu, beni çok etkiledi. İnsan bu tip başarı hikâyelerini arıyor ve bunlardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyor.
Yenilgiden ders almak diye bir şey yok öyleyse?
Bu çok abartılan bir konu. Ben yenilgilerden, olsa olsa bir şeyi nasıl yapmamam gerektiğini öğreniyorum. Şahsen takımların, yenilgilerinden çeşitli çıkarımlarda bulunup da bariz bir şekilde iyiye gittiklerini göremiyorum. 2002 Dünya Kupası finalindeki yenilgiden bireysel olarak ne öğrenmem gerekiyordu ki? Bir dahakine Rivaldo’nun şutunu tutmayı mı? Evet, bu gerçekten de çığır açan bir çıkarım olurdu… Başarılı takımlar ya da insanlar olumsuzlukları, ancak bir ölçüde kafaya takar. Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz’de ifade ettiği gibi: “İnsan mahvedilebilir ama mağlup edilemez.”
2002 Dünya Kupası Finali’ne dönecek olursak, hatanızı nasıl hazmettiniz?
Hatalar kaleciliğin kaderinde olan bir şey. Buna karşın, futbolcu olarak ben bir takım sporu yapıyorum ve sahada tek başıma durmuyorum. Elbette o pozisyon oldukça talihsizdi. Evet, 1-0 yenik duruma düşmemize neden oldu. Ancak biz de ondan sonra üç gol daha atabilirdik. Kimse bir hata için tüm suçu üzerine almak zorunda değil. Yaşanan aksiliğin sorumluluğunu almak yeterli. O finalin şu anda hayatımda neredeyse hiçbir önemi yok.
Tam olarak neyi kastediyorsunuz?
Bakın, elbette ben de dünya şampiyonu olabilmeyi çok isterdim. Oynadığım yıllar, duyguyla dolu ve harika bir dönemdi. Ama futbol, yaşamın içinde sadece bir zaman dilimi. O günler çoktan geçmişte kaldı ve hayat devam ediyor. Şu anki iş hayatımda farklı zorluklarla yüzleşiyorum. Elde ettiğim sportif başarıların bana yardımı, şimdilerde kısıtlı seviyede. Ancak böylesi bir anlayışa erişmek için olgunlaşmak gerekiyor tabii… Bunu anlamak çok uzun da sürebilir. Peter Schmeichel ve ben, bu konuda çok kez sohbet ettik. O da benimkine benzer bir kariyere sahip. Bana kariyerini sindirmesinin yaklaşık 10 yılını aldığını söyledi. Bana gelirsek, Schmeichel’a tam olarak uyduğumu söyleyemem. Her şeyi daha hızlı kabullenmek gerek. Ama 20 yıllık bir profesyonel kariyerin ardından futboldan kopmak ve yeni meydan okumalara cesaret etmek zaman istiyor.
Euro 2016’da Almanya’nın yarı finalde Fransa’ya kaybettiği maçtan sonra ne kadar baş ağrısı çektiniz mesela?
Maç genelinde Fransızlara göre daha üstün bir oyun ortaya koymuştuk. Bu tip maçların ardından, şans faktörünün futboldaki rolünün büyüklüğüne dair uzun tartışmalar yapabiliriz. “Bizim Avrupa şampiyonu olmamız gerekiyordu” gibi bir cümle sarf etmek, kendini beğenmişlik olur. Böyle kupaların kime gideceğini tahmin etmek zordur.
Peki, siz başarı kavramını nasıl algılıyorsunuz?
Ben birçok büyük oyuncuyla sayısız kupa kazanma şansına eriştim. Şampiyonlar Ligi’ni, Bundesliga’yı, kupa şampiyonluklarını kazandım. Dünyanın en iyi kalecisi seçildim. Hepsi benim için büyük hedeflerdi ve her birine ulaşmak için hazırdım. Ama ne zaman bir hedefime ulaşsam içimde bir çeşit hayal kırıklığı hissi doğuyordu; “Peki şimdi sırada ne var?” diye düşünüyordum. CV’nize olabildiğince çok kupa eklemek için gösterdiğiniz bu çabanın, her şeyi anlatmadığını anlıyorsunuz. Ne yazık ki en heyecan verici şeyin, aslında başarıya giden o yol olduğunu genellikle sonradan fark ediyorsunuz. Bugün, 1999’da kaybettiğimiz Şampiyonlar Ligi finali ve 2001’de kazandığımız Şampiyonlar Ligi finali arasında geçen zamanı düşündüğümde, kupanın teslim edilişini diğer yaşananlara kıyasla daha az hatırlıyorum. Zafere giden yol ise tüm detaylarıyla aklımda.
Lider karaktere sahip bir kişi olarak, genç yeteneklere karşı nasıl davranıyorsunuz? Sert bir öğretmen mi, yoksa yakın bir arkadaş mı?
İkisi de değil… Oliver Kahn Vakfı’nda amacımız, genç bireylere yeni perspektifler kazandırmak. Bundan kastım şu; onları güçlü kılmak, her birinin potansiyelini tanımak ve sonrasında bu potansiyeli bireysel olarak geliştirmek istiyoruz. Bunu da ancak insanların güçlü ve zayıf taraflarına eğilerek yapabiliriz. ‘Güçlü kılmak’, sadece gençlerle olan ilişkim için söylediğim bir şey değil, aynı zamanda liderlik tanımımın da temelini oluşturuyor. Sık sık, bir takımdaki tüm oyuncuların aynı muameleyi görmesi gerektiğini duyuyorum. Ancak bir takımda serbestliğe ihtiyaç duyan bireysel oyuncular vardır. Aynı şekilde, yaptıkları fazla göze çarpmayan ancak takıma çok önemli hizmetler sunan takım oyuncuları vardır. Ve elbette sorumluluk almaktan zevk duyan lider oyuncular da… Bir takımın ortaya koyduğu oyunun kalitesini, her şeyden önce takımdaki karakter farklılıkları belirler. Dolayısıyla, bu oyuncu tiplerine gerçekten yardımcı olmak ve onları daha güçlü kılmak için, her birine farklı yaklaşmak daha mantıklı. ‘Güçlü kılmak’ kalıbı, stratejik bir çalışmayı ve düzenlemeyi akla getiriyor.
Peki Bayern Münih’te ya da başka bir kulüpte sportif direktörlük gibi bir görev, size ne kadar çekici geliyor?
Tabii ki futbol dünyası insanı hep cezbediyor. Ancak kendi girişimlerimi geliştirmek için çaba sarf etmek bana büyük keyif veriyor. Ayrıca ZDF kanalıyla sözleşmemi 2018 Dünya Kupası’na kadar uzattım. Bu nedenle, böyle bir pozisyonda futbol dünyasına dönmeyi şu anda düşünmüyorum.
Öyleyse Bayern taraftarlarının Oliver Kahn’ı kulübü temsil eden bir görevde görme umudu şimdilik söz konusu değil diyebilir miyiz?
Bayern’de şimdilerde Giovane Elber, Mark van Bommel ve Hasan Salihamidzic’inkine benzer bir göreve (kulüp elçiliği) gelmem hâlinde, ZDF’deki pozisyonum için güvenilirliğimi kaybederim. Hem Bayern Münih maçlarının kritiğini yapmak hem de aynı anda Bayern’de bir görevde bulunmak uygun değil.
Mehmet Scholl, aynı anda Bayern’de antrenörlük ve televizyonda yorumculuk yapmış ve bu problemi yaşamıştı…
Her şey bir yana, bu bir güvenilirlik sorunu. Bu nedenle, Mehmet de birini seçmek zorundaydı.
“Devam, hep devam” mottosu sizin için hâlâ geçerli mi?
Elbette… Ama bu sözün anlamı, oyuncuyken şimdikine kıyasla daha farklıydı. O zamanlar sportif yenilgilerle, işlerin yürümediği anlarla yüzleşiyordum ve “Devam, hep devam” mottosu da savaşçı karakterimi simgeliyordu. Ama artık hayatımı, futbolculuk dönemimden kalan eski mantralarla sürdürmüyorum. “Devam, hep devam”, benim için artık gelişimi simgeleyen bir motto. Bu cümle bana, kendi sınırlarını aşabilmek için her an konfor bölgesini terk etmeye hazır olabilmeyi anlatıyor.
Bayern, ligi domine etmeye devam edebilmek için gelecekte konfor bölgesini terk etmek zorunda kalır mı?
Bayern Münih, paydaşlarına ve taraftarlarına daima başarı yaşatmak zorunda. Yetkili kişiler de bu sebeple, zaten ulaşılan ya da hâlihazırda ulaşılmış şeylerle yetinemez. Kulübün elde ettiği hakimiyet her alanda yürütülen müthiş çalışmaların sonucu. Ben ortada ulusal hegemonyanın sonlanması gibi bir durum göremiyorum. Bunun yaşanması için gerçekten ciddi hatalar yapılmalı. Yine de kadro planlamasındaki değişimlerin başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesi gerekiyor.
Böylesi büyük beklentilerin gölgesinde, bu değişimi problemsiz biçimde yapabilmek mümkün mü?
Kadro yapısında büyük değişiklikler olması ve hafif bir geçiş dönemi yaşanması hâlinde bile, oyuncu kalitesi Almanya’da birinciliğe oynamak için yeterli. Kulüp bir kereliğine ikinci ya da üçüncü olsa da bu problem yaratmaz çünkü Şampiyonlar Ligi’nden elde edilecek gelir akışı devam edecek. Ben asıl, başka bir konuda problem görüyorum…
Nerede?
Gelecekte yeni bir Arjen Robben ya da Franck Ribery alabilmek, Bayern Münih için daha zor olacak. İngilizler ya da İspanyollar, gelecek senelerde mücevher kutularını gerçekten açtığında ortaya heyecan verici bir soru çıkacak: Bayern, onlara eşlik etmeye ne kadar hazır? Kulüpler, en iyi oyuncular için verdikleri mücadelede inanılmaz rakamları gözden çıkarmak zorunda kalacaklar. Yakında bir oyuncu için 150 milyon Euro verildiğini göreceğiz.
*Bu yazı Socrates’in Nisan 2017 sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.