Radford, çok küçük bir okul. Tarihinde daha önce sadece 1998 yılında sezon sonu turnuvasına katılabilmiş; orada da daha ilk turdan Trajan Langdon, Elton Brand ve Shane Battier’li Duke takımına 30 küsur sayı farkla kaybetmişler. Tecrübe yok, beklenti sınırlı. Kuzey ve Güney Carolina eyaletlerinden takımların ağırlıklı olarak bulunduğu ‘Big South’ adı verilen konferansta mücadele ediyorlar. Kuruluşundan, yani 1983 yılından beri oradalar ama Mart ayını sadece bir kez görebilmişler.
Sezon öncesi biz de benzer duygulara sahiptik: Sıfır baskı, programa ne katarsan kâr… Bugünlerde TBL ekiplerinden Eskişehir’i çalıştıran Brad Greenberg, o yıl Radford’ın koçuydu. Takımın yıldızını da belki geçmişten Olin Edirne’den ya da son iki sezondur UNICS Kazan’dan anımsayabilirsiniz: Artsiom Parakhouski; benim scout ettiğim, 16-17 yaşına kadar Belarus’ta basketbol bile oynamamış ve ABD’ye gelir gelmez aldığı iki senelik junior college eğitimiyle yabancı dil öğrenen bir oyuncu. Sert, atletik, çalışkan. Onun merkezinde plan yaptık. Öyle başladık sezona.
Ocak ayına kadar çok kötüydük. Sonuçlar gelmiyordu. Yanlış hatırlamıyorsam 13 maç oynayıp sadece üç ya da dördünü kazanabilmiştik. Yeni yılla birlikte bir seri yakaladık, bazı yıldız oyunculara karşı değişken savunmamızı box-and-one’la (Hedef oyuncuya karşı bire bir savunma uygulanıp takımın geri kalanın alanı savunduğu metot) güçlendirdik ve yakaladığımız ivmeyle Mart ayına daha sağlam girdik. Big South’tan NCAA turnuvasına katılacak takımı belirleyecek maçlarda çok iyiydik mesela. Arka arkaya gelen galibiyetlerle Big South’ta ev sahibi avantajını yakaladık ve 4 bin kişilik Dedmon Center’ın tamamen dolu tribünleri önünde oynanan maçlarda şampiyonluğa ulaşarak son sıradan NCAA biletini kaptık.
March Madness dönemindeki rakibimiz, ülkenin o yılki 1 numarası North Carolina’ydı; Tyler Hansbrough, Wayne Ellington, Danny Green, Ty Lawson ve Deon Thompson’lı Tar Heels yani… Roy Williams koç, ilk şampiyonluğunu arıyor. Tepeden tırnağa motive bir takım. Ben daha önce oyuncu olarak da NCAA tecrübesi yaşadığım için, karşı karşıya kalacağımız ortamı aşağı yukarı tahmin edebiliyorum. Koç Greenberg’le birlikte oyunculara turnuvayı, medyayı, yeri geldiğinde 10 bin kişinin izlediği antrenmanları anlattık. Sezon içinde yine prestijli programlardan Virginia’yla bir maç oynamış ama son topta kaybetmiştik. O maçı örnek gösterdik, “Tempoyu düşürmemize gerek yok. Başa baş oynayabiliriz” diyerek konsantrasyonu sağlamaya çalıştık. Hava atışından sonra geçen sekiz dakikada da işler fena gitmiyordu.
Sonra rotasyon başladı. Bench oyuncuları oyuna dahil oldu. Ty Lawson’ın sakatlığı nedeniyle olmadığı bir maçtı, Tyler Hansbrough’nun da şutları girmiyordu. Kenardan gelen Ed Davis çok etkili oldu.
Parakhouski ise sürekli dinlenme şansı bulup hemen akabinde oyuna tekrar dahil olan Tar Heel uzunlarıyla boğuşmaktan bitap düşmüştü. Maç başındaki o sekiz dakika iyiydik, sonrası pek istediğimiz gibi geçmedi. 101-58 kaybettik.
North Carolina gibi takımlara karşı belki tempoyu iyice düşürmeniz gerek ama dediğim gibi; o sezon bizim öyle reaktif bir oyunumuz yoktu. Kendi oyunumuzu oynamaya çalışıyorduk. Yıl boyunca çok takıma karşı bu plan tuttu ama o UNC, bizi eledikten sonra gidip kupayı alan bir takımdı. Her gece ortalama 20 sayı farkla kazandılar ve altı maçın, yani 240 dakikanın sadece 10 dakikasında mı ne geriye düştüler. Biz o maça “Herkesi şok edeceğiz” cümlesiyle hazırlanmıştık. Motivasyonumuz buydu. Maalesef olmadı. Tempoyu kontrol edemedik.
Yine de ‘Mart Çılgınlığı’nın parçası olmak, Radford için çok büyük olaydı. Tar Heels’la maçımızı da Greensboro’da yapmıştık. UNC’nin evi Chapel Hill’e sadece 40-50 mil uzaklıkta bir yerdeydi salon. Bizim okul ise Virginia’ya bağlı, yani üç saatlik mesafede.
Okuldan 2 bin kadar öğrenci maça gelmişti. Tabii salonun büyük bölümü, kendi salonuna sadece 50 mil uzaklıktaki Tar Heel’lar tarafından doldurulmuştu. Yine de o maçı izlemeye gelen 2 bin kişi, bizim teknik ekip ve oyuncular, içten içe “Acaba olur mu?” diyordu. Rakip takım ülkede 1 numara, biz 16; NCAA tarihinde hiçbir zaman 16 numara 1 numarayı yenememiş, aradaki güç farkı belli ve neredeyse onların sahasında oynuyoruz ama biz yine de Sindirella hikâyesi umuduyla içten içe, “Herkes şoka uğrayacak, biz kazanacağız” diyorduk. Demezsek, kazanacağımızı düşünmeden nasıl şansımız olurdu ki?
Örneğin USA TODAY, bizi o yıl March Madness dosyasının manşetine taşımıştı. Ben de maçtan önce o kadar sık galip gelebileceğimizden bahsetmişim ki North Carolina bizi eledikten sonra eşim yanıma gelip “Ali, çok üzgünüm. Nasıl oldu da kaybettik?” dedi. İlk başta neden böyle bir şey söylediğini anlamadım: “Canım, nasıl kazanacaktık? Rakip North Carolina, çok kuvvetli bir takıma karşı oynadık” diye cevap verdim. Eşim devam etti: “Evde neden sürekli galibiyet planları yapıyordun o zaman? Hatırlamıyor musun?”
Ben bugün yine bir başka Division I takımı, Fordham’da yardımcı koçluk yapıyorum. Radford sonrası altı sezon UC Irvine’da Russell Turner’la çalıştım. Orada yine Radford-North Carolina eşleşmesine benzer güç farkının bulunduğu bir rakip karşımıza çıktı: Rick Pitino’nun çalıştırdığı Louisville. Son topta kaybettik. Radford’la North Carolina maçında kazandığım tecrübeyi bir başka NCAA turnuvası maçında, Louisville’a karşı bir adım öteye taşıdım. Hedefim gelecekte NCAA’de takım çalıştırarak bunu başaran ilk Avrupalı olmak. Belki bu süreçte, 1 numaralara karşı oynayan 16 numaraların kaderinin değiştiğini de görebilirim.
Bu yılki turnuva öncesi son durum ne? 0-128 mi? Bir yerden başlamak lazım.